Home »
Archives for Mart 2016
Merhum Cemil Meriç'in “Bir Dünyanın Eşiğinde” kitabında okuduğum bir dize orta mektep yıllarından hafızama kazınmıştı: “Birbirini gerçekten seven iki kişiden biri ölürse eğer, gerçekte ölen hayatta kalandır…”
Annemi kaybettiğim gün bu söz bile anlamını yitirdi.
Hayatta kalmak neydi ki?
Hele ki anne kim, çocuk kimdi?
O gün Sezai Karakoç üstadımızın “Anneler ve Çocuklar” şiirindeki, “Anne ölünce çocuk / Çocuk ölünce anne” dizesinin künhüne vardım.
Bundan 11 yıl mukaddem bir Çarşamba günü Yeni Şafak'ta yazmaya başladıktan bir ay sonra annemi kaybetmiştim, lakin yazmayı aksatmamıştım.
Yazmak iyi gelmişti, inşirah buldum, ayakta durdum.
Bu sefer olmadı, bir ayı aşkın süre yazamadım. Zira en yakınım 2 “canım” için hastaneden hastaneye koştum durdum. Bir “canım” çok şükür iyi, diğer “canım” yoğun bakımda. Dua beklerim.
Bu süre zarfında her şeyle irtibatım kesildi. Telefonla, internetle, gazeteyle…
Öyle bir derde duçar oldum ki o dert dünyam oldu. Aynı gezegende yaşamak aynı “dünyada” yaşamak değilmiş, anladım.
Bu öyle bir dünya ki, insanların siyasi düşüncelerinin de sosyal sınıflarının da hiçbir önemi yok.
Misal: kim olursa olsun hasta yakınlarıyla şappadak kaynaşıyor, bin yıllık tanış gibi dertleşiyor, birbirinize yardımcı olmak için öylesine çırpınıyorsunuz ki, anlatamam.
Neyse, daha fazla uzatmayalım, burda keselim.
Bugün günlerden Çarşamba ve 11 yıl öncesinde olduğu gibi: yeniden herkese merhaba.
Onca gün ayrılıktan sonra bir kuru merhabayla geçiştirmek olmaz. Mutat selamımızı çakalım şöyle:
Sağa sola selam, ortaya selam, beylere ağalara, kapıdaki anahtara, kara göze kara kaşa selam, sırdaşa, arkadaşa, demirbaşa, arayana sorana, velhasıl, bilumum okuyuculara selam.
Naçizane yazımıza başlamadan evvel ne olmuş ne bitmiş, şöyle bir taradım.
Şunu gördüm: Gazeteci makulesi için çok velut bir dönemdi; hangi konuya el atsalar salkım saçak…
Gelgelelim, muhalefet yine aynı, hatta daha da geriye gitmiş.
Söylenecek tek söz: Muhalefetiniz batsın!
Öyle bir muhalefet anlayışıyla malul hale geldiler ki, hızla biribirine dönüştüler.
Bunlardaki Erdoğan ve AK Parti düşmanlığını bir geceliğineHeidegger'e zerk etsen sabaha Atilla Taş olarak uyanır; Kant'a zerk etsen Çalışkan Koray.
Profesyonel Erdoğan düşmanları o kadar biribirine benzemeye başladı ki, bugün Can Dündar'la herhangi bir “The Cemaat” yazarını ayırt etmek imkansız.
Bilmiyorum, belki de “görevlerini” yapıyorlar. “Görevleri” aynı olunca haliyle farksızlaşıyorlar.
Gel de şimdi Attila İlhan'ın şu sözlerini hatırlama: “Türkiye'de bir hain kontenjanı var, bu nüfusun yüzde 10'udur… Türk aydını dediğimiz kişi, batının manevi ajanıdır… Şimdi aydınlar haysiyetten önce banka hesabına dikkat ediyor…”
Malumunuz, 1 Kasım seçimleri bu aydınların “restorasyon” hayallerini suya düşürdü; hendeklere gömüldükleri için PKK'dan da umudu kestiler. Ekonomik kriz de bir türlü çıkmadı. Aksine, birçok Avrupa ülkesini imrendirecek denli “büyüme hızı” devam ediyor.
Geriye ne kaldı?
İki şey: Biri, AK Parti içinde fitne çıkartmak. Bunun için de AK Partili fırıldakları cesaretlendirmek, bazı gevşek karakterli insanları da pohpohlayıp ileri sürmek…
Lakin olmadı, olmaz.
Olmadığı gibi, Erdoğan'ın liderliğinin daha da pekişmesine neden oldu.
Şunu unutuyorlar: Lider dediğin seralarda veya karanlık odalarda yetişmez.
Tabiri caizse, yedi düvel Erdoğan'a vuracak, sen de erketede bekleyip aradan sıyrılacak, “lider” olacaksın. Canlarım benim ya, sizi kim nerede güzelleştirdi böyle?!
Tek umutları kaldı: Darbe.
Michael Rubin, “Türkiye'de darbe olması durumunda ABD'nin darbecilerle çalışmaya devam edeceğini” söyledi ya, umutları daha da arttı.
ABD'nin Irak'ta başına çuval geçirdiği ve “paralel örgütüyle” kumpas kurduğu Türk ordusu sipariş üzerine darbe yapacak, beklentileri bu!
Olacak şey değil, ama sonuna kadar zorlayacaklar.
Hiçbir şey başaramazlarsa, 28 Şubat darbesi yüzünden milletle ordu arasında açılan yaraların kabuk bağladığı, dahası, milletle ordunun kaynaştığı bu döneme fitne sokmaya çalışacaklar.
AK Parti, sosyal medya cengaverlerine, kendisini destekleyen medyaya veya Meclis'teki aritmetiğe sürgit güvenerek bu hayasız akını püskürtemez.
İçeride, milli birlik ve seferberlik şart…
Dünya görüşü ne olursa olsun “önce vatan” diyenleri alabildiğine kuşatacak bir söylem geliştirmek zorunda.
Dışarıda da müttefikleri artırmaktan başka çare yok.
Bu köşede en son yazdığım yazılardan birinde şöyle demiştim. “Şayet, Türkiye'nin güvenliği ve istikbali, Rusya ile ilişkilerimizi behemehal düzeltip İran'la sağlıklı diyalog kurmaktan geçiyorsa neden bundan sakınalım ki?..”
Rusya'yla ilişkilerimizi behemehal düzeltmek zorundayız.
Salih Tuna
Terörle mücadele hız kesmeden devam ediyor. Temmuz'dan bu yana 5 bini aşkın terörist etkisiz hale getirildi.
Nusaybin'de pazar günü askeri timin arama için girdiği evde meydana gelen patlama sonucu bina çöktü. 5 asker yaralanırken enkaz altında kalan bir yüzbaşımız da şehit oldu.
Yaklaşık birbuçuk ay önce de aynı olayın benzerini Diyarbakır Sur'da yaşadık.
Güvenlik güçlerimiz bir binaya girdiklerinde tuzaklanmış bir bomba patlayınca çöken evde 3 askerimiz şehit oldu. Ve bu iki olayın aynısı Kobani'de de sık sık yaşanıyor. Mesela bir yıl önce DAEŞ'in Kobani'de ele geçirdiği Mıştenur Hastanesi, aynı yöntemlerle YPG tarafından içindekilerle birlikte havaya uçuruldu.
Yukarıdaki bilgileri alt alta sıralayan Amerika'nın Sesi VOA internet sitesi şu soruyu gündeme getiriyor; "Peki Türkiye'nin Güneydoğu'sunda güvenlik güçleriyle çarpışan PKK'nın gençlik örgütü YPS bu taktikleri nereden öğrendi?" Kobani ile Güneydoğu'da yaşanan olaylar arasında başka benzerlikler de olduğunun altını çiziyor ve şöyle sıralıyor;Sokakların tuzaklanması, keskin nişancılara karşı perdelerin çekilmesi... Bu uygulama DAEŞ'e karşı ilk Kobani'de denendi, kayıplar önlendi. Evlerden evlere geçiş için gedikler açılması, havadan keşfe karşı yatay perdelerin çekilmesi de Kobani yapımı. Amerika'da hükümete yakınlığı ile bilinen bu internet sitesinin sorusu ve açıklamaları adeta itiraf gibi... Tabii durumu kurtarmak için, eğitimin Halep'ten gelen bir grup tarafından Kobani'de verildiğinin altını çizerek "ABD'nin hiç suçu yok" demeye getiriyorlar. Satır aralarında ise Kobani'ye savaşmaya gidenlerin, geri gelerek Sur, Nusaybin, Yüksekova gibi ilçelerde savaştığını ve eğitim verdiğini anlatıyorlar. Yani tuzaklama ve bina çökertip, askerlerimizi şehit etmenin PATENTİ Kobani'ye ait. İşte Amerika'nın anlayıp da trene bakan anlamaz göründüğü nokta bu. Suriye'deki PKK'lıları çok seviyorlar. Suriye tarafına geçip eğitim alan her PKK'lının üniformasına PYD kamuflajı yapıştırıp, "Bizim müttefikimiz" diyorlar. "Görmüyor musunuz, Suriye'ye geçersen adın PYD-YPG oluyor" diye de bir yutturmaca sarmalını öne sürüp aklımızla alay etmeye kalkıyorlar. Güya biz safız ya! Kobani'de eğitim alıp, gelip Sur'da, Nusaybin'de terör estirene de "Aaa ayıp, bizim PYD ile bunların alakası yok" diyecek kadar trene bakan öküz takılıyorlar.
Bakın ne diyor Beyazsaray'a yakın internet sitesi; "YPG'nin IŞİD'e karşı kullandığı taktikleri, şimdi Türkiye'deki YPS güvenlik güçlerine karşı kullanıyor.
Yetkililerin söylediği gibi Türkiye'de çatışanlar Kobani'den gelen YPG'li mi ya da YPG tarafından mı eğitildi?" Evet, siz ne kadar "Halep'ten gelen bir grup öğretti" diye kılıf bulsanız da, Türk askerini tuzaklanmış evlerde şehit eden bombaların yapımından, kurulmasına kadar tüm eğitim KOBANİ'DE VERİLDİ. Kobani'de kim var?... PKK'nın Suriye kolu PYD-YPG...
Peki o PYD ve YPG ile müttefik olan kim?
Tuzaklanmış bomba, perde germe, hendek açma eğitiminin verildiği Kobani'ye toz kondurmayan Amerika Birleşik Devletleri.
Bak senin internet siten yazıyor Başkan Obama!!! Adamlar Kobani'de tuzaklanmış bomba OKULU kurup, mezun ettiklerinin bir bölümünü Türkiye'ye ihraç etmişler.
Şimdi bize şu soruyu yöneltmek düşmez mi? "Müttefikin Türkiye'ye terör ihracatına mı başladın?" Bize yardımcın Joe Biden'i gönderip, insan hakları ve hukuk dersleri vermeye kalkıyorsun! Peki tuzaklanmış bomba eğitimlerinin verildiği Kobani'deki terör okullarından ülkemize ÖLÜM makineleri gönderen PYD'ye nasıl sahip çıkıyorsun? Bu mudur İnsan hakları ve hukuk? Bak senin siten yazıyor... "Sur ve Nusaybin'de bina çökertip, asker öldürten eğitimler Kobani'de verildi" diye. Hani o çok sevdiğin PYD'nin Kobani'si ha... Sakın şimdi de "Şeyy orası Tel Abyad" demeyin. Bize eski adıyla gelmeyin... Kelimelerle, harflerle "MÜTTEFİKİM" dediğiniz Türk halkını kandıracağınızı mı zannediyorsunuz?
Çünkü komik oluyorsunuz. Gülünecek durumlara düşüyorsunuz. Kobani'deki, o Sur'a, Nusaybin'e, Cizre'ye, Yüksekova'ya saldıranların eğitildiği terör okullarını ABD Savunma Bakanlığı'nın SAVAŞ UÇAKLARI korumuyor mu? Ne diyorsun sayın Obama? Sakın bana "Benim adım Barack" deme!
Barack bu harflerle, teröre branda germe ayaklarını!
Bekir Hazar
Senaryo daha önce yazıldı.
Ama CIA Başkanı David Petraeus'un göstermelik bir nedenle istifa etmesi, gidip IŞİD'i kurması, Bağdadi'yi kontrol altına alması görmekte zorlandığımız ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI'nı başlattı.
Öyle bir hamle yapıldı ki her şey alt üst olacaktı...
Her hareketin sebebini içeride arayanların asla ve kat'a anlamayacağı bir oyun kurgulandı.
Dalga dalga gelecekler. Terör ile para ile ve tabii ki bilgi ile... Ne denilmişti?
Petraeus CIA'ya ait gizli bilgileri sevgilisine verdi!
Tiyatro gibi değil mi?
Burada mesaj dünyaya verildi: Herkesin ne yaptığını biliyoruz, izliyoruz. Günü gelince açıklarız...
Devam...
Charlie Hebdo, Paris katliamları, Ankara saldırıları, Brüksel bombalamaları hepsi kurulacak olan yeni ve büyük dengenin ÖNCÜLERİYDİ...
Merkezinde NATO yani Washington vardı. Bunu son Brüksel patlamalarında gördük."IŞİD'in işi. İmza onlara ait" açıklamasını olaydan 50 dakika sonra Amerika yaptı. Yaklaşık 3 saat 40 dakika sonra Belçika hükümeti bunu tekrar etti.
Brüksel NATO'nun kalbiydi ve burada CIA ile çalışan çok fazla BELÇİKALI yetkili vardı... Pek çoğu Amerika'da özel eğitim almıştı.
Baskınlardan ve patlamalardan önce, yani IŞİD sahneye çıkmadan önce Washington, önünde durma ihtimali olan Rusya ve Çin'i petrol fiyatını düşürüp ekonomiyi yavaşlatarak vurdu.
Arap Baharı'nı başlatan CIA bu iki güçle doğrudan karşı karşıya gelmek istemiyordu.
Müslüman gençler üzerinden gidiyordu. Hesap Mısır'da şaştı.
Çare gerekiyordu.
Sisi bulundu.
Mursi darbeyle gitti.
Ortadoğu'yu YÜZDE 60 olarak hallettikten sonra asıl sıçrama Avrupa'ya yapılacaktı. Burada birkaç plan vardı.
Rusya ve Çin kendi kulvarlarına çekilince IŞİD'in resmi geçidini gördük.
Nasıl El Kaide dünyanın her yerinde eylem yapabiliyorsa bunlar da böyleydi.
Kerpiç evden yönetilen IŞİD durmuyordu, durdurulamıyordu. Molenbeek'teki bir mahalle Avrupa'yı titretiyordu. 550 milyonluk Avrupa o gücüyle gidip IŞİD'in merkezi RAKKA'yı vuramıyordu. Karşılık veremiyordu.
Onlar da biliyorlardı ki rakip Müslüman görünümlü bu örgüt değildi. İki dünya savaşının galiplerinin bulunduğu kıta bir kaç TERÖRİSTE yeniliyordu! Bizim de buna inanmamız isteniyordu! İnananlar var!
Devam etsinler...
Amerika bu operasyona kalkmadan önce kendi lisanıyla Moskova, Ankara ve Pekin ile konuştu. Yaptıkları plana göre kendileri büyük dilimi, biz ve Rusya küçük dilimleri alacaktı.
Çin daha da küçük bir payla ödüllendirilecekti.
Olmadı! Taraflar bunu kabul etmedi. Bunu ilk duyan İngiliz istihbaratı oldu.
MI6 yetişmiş adamlarıyla bölgeye çöktü.
Özellikle Türkiye ve Afrika'da geri adım atmayacağını duyurdu.
Almanya biraz arkadaydı.
Fransa zaten Afrika'da dayak yiyor, Paris'te cezalandırılıyordu.
Ankara kendi planını yapınca Washington hemen PYD'yi ORTAK ilan etti. Hem Ankara hem Washington planlarında geri adım atmak zorunda kaldı.
Ama duracakları yoktu! Hem de hiç! Asıl dalga henüz başlamadı bile...
Amerika, şimdi ikinci planı devreye sokuyor. Ortadoğu ile birlikte Çin ve Avrupa ülkelerinin bankalarına operasyonlar gelecek. Bu çok büyük çalışmanın sonucu olarak köklü darbeler yaşanacak.
Amerikan Merkez Bankası (FED), kendine bağlı olmayan bankaların yaşamasına izin vermeyecek.
Savaşın gerçek silahı para ile ülkeler 'KAOS'u yaşayacak.
Avrupa ülkelerinin pek çoğu, bugünlerde yaşadıkları terör korkusunu bile arayacak.
İşte bu nedenle önce hedef bölgeleri istikrarsızlaştıracaklar...
Önce korkuyu, ölümü gösterip SITMAYA razı edecekler...
Washington, Charlie Hebdo, Paris katliamı ve Ankara saldırısından sonra BAYRAKLARI YARIYA indirmiyordu!
Brüksel'de ise madalyonun diğer üzgün yüzünü gösteriyor, SAHTE BAYRAK operasyonunda bayrakları indiriyordu...
Amerika siyah enerjiyi öldürecekti. Müebbet hapis vermişti.
Ama bu enerjiyi, yani petrolü, günün birinde Avrupa'nın gelip ziyaret etmesini de istemiyordu.
Bu nedenle Avrupa dağılmalı ve içeri hapsolmalıydı.
Yapacakları buydu.
Operasyon da buydu!
Bunun hazırlığını yıllardır herkesi dinleyerek izleyerek yapmışlardı. Onlar için bilinmeyen bir şey yoktu.
Şimdi gözaltında olan Rıza Sarraf dahil...
İran'a fotoğrafta yer bulamayan Amerika, Rıza ile Tahran'ı sıkıştıracaktı... Yakında hem de!Kissenger, son sahne gelmeden önce Rusya ve Çin'e gidiyordu. Rolleri tekrar tekrar hatırlatıyordu...
Nasıl NATO operasyonu olan PARALEL ile Ankara mücadele ettiyse şimdi herkes çok kapsamlı olarak hazırlanan plana karşı dik durmak durumundaydı!
Kim yapabilirdi kestiremiyorum. Ama Türkiye ve Rusya buradan karlı çıkan taraflar olacaktı.
Adamlar İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra geldikleri Avrupa'dan neden çıkmadılar sanıyorsunuz! Düşman yoktu ama NATO devamlı büyüyordu.
Bugünler için! 50 yıllık plan!
Kimseyle olmasa bile bizimle oturup anlaşmak zorundalar!
Hıristiyan Avrupa'yı dağıtırken Müslümanlar'ı ve Müslüman Türkiye'yi karşılarına alamazlar.
Almayacaklar da... Onlar rakiplerini temizleyecek. Biz rakipleri, düşmanları değiliz ki!
Muazzam bir oyunun içinden geçerken içeride yaşanacak bir sorun inanın bir 100 yıl daha kaybettirir bize... Aman ha! Önce anlayalım...
Bu oyunda en son ihtiyaç duyulan şey içerideki sancı...
Kenetlenelim ve Avrupa'nın nasıl acı çekerek dağıldığını izleyelim...
Ne diyorlardı! Amerika'nın Avrupa ile ne derdi olur canım!
Bunlardan uzak durun!
İşler ters gittiğinde hepsinin Avrupa'da bir adresi var! Biz buradayız.
Büyük olarak yolumuza devam edeceğiz.
İhtiyaçları var çünkü...
Biz bitti demeden bitmez.
Rahat olun...
Ergün Diler
1888 yılında, Osmanlı Devleti'nin Şam vilayetinde jandarmalar bir katil zanlısı ve arkadaşlarını yakalamak isterler. Abdurrahman ismindeki şahıs yakalanır, ancak yanındaki 3 arkadaşı Fransa'nın Şam konsolosluğuna kaçarlar. Zanlılar, yanlarına konsolosluk çalışanlarını da alarak dışarı çıkarlar, hem arkadaşlarını kurtarır, hem de Jandarmaları konsoloslukta alıkoyarak darp ederler. Fransa Konsolosu cinayet zanlılarına sahip çıkar. Hadise, İstanbul ile Paris arasında küçük çaplı bir krize sebebiyet verir. Fransa, konsolosunun haklı olduğunu savunur ve var gücüyle korur.
Bir başka hadise 1905 yılında Muş'ta yaşanır. Jandarmanın, 2 Ermeni şüpheliyi sorguladığını öğrenen Fransa'nın Van Konsolosu Rupen, yetki sınırlarını aşarak, Van dışına çıkarak Muş'a gelir, karakolu basar ve zanlıları alıp dışarı çıkarır. Fransa, Osmanlı Devleti'nin şikayetlerini dikkate almaz, konsolosunun arkasında durur.
Kapitülasyonlarla birlikte Osmanlı vilayetlerindeki konsoloslara sınırsız imtiyazlar sağlanmıştı. Erzurum, Maraş, Elazığ, Van, Diyarbakır, Antep, Adana, Halep, Şam, Beyrut ve daha nice Osmanlı vilayetinde, başta Fransa, İngiltere ve Rusya olmak üzere bir çok ülkenin konsolosları görev yapıyordu. Bu konsoloslar diplomasiyle hiç ilgilenmiyor, tamamen siyasi faaliyet yürütüyorlardı.
Hristiyanların örgütlenmesi, Ermenilerin katolikleştirilmesi, Ermeni çetelerine maddi destek sağlanması, Yahudilerin kayrılması, Dürzilerin öldürülmesi, bazı Arap kabilelerinin isyana teşvik edilmesi konsolosların aleni faaliyetleriydi. Bir yandan istihbarat toplayıp casusluk yapıyor, diğer yandan da Osmanlı halklarını, gerektiğinde açıktan para vererek isyana hazırlıyorlardı.
Bundan daha da vahimi, kapitülasyonlarla, konsoloslara yargılama yetkisinin verilmiş olmasıydı. Yabancıların kendi aralarındaki davalarına konsolosluk mahkemeleri bakıyordu. Ancak bu mahkemeler yetkilerini aşıyor, Osmanlı vatandaşı ile yabancılar arasındaki davalara da bakıyor; hatta Osmanlı vatandaşı, Yahudi, Hristiyan, Ermeni, isyancı Müslüman ise, onu yabancı gibi gösterip davaları sahipleniyorlardı. Bu mahkemelerde elbette Osmanlı Devleti ve Müslümanlar aleyhine kararlar veriliyordu.
Kapitülasyonlar, yani ecnebilere tanınan ticari, siyasi, askeri ve hukuki imtiyazlar 1923 yılında Lozan Antlaşma'sıyla kaldırıldı.
Ya da biz öyle zannettik ve zannediyoruz.
Yaşadıklarımızın nasıl 100-150 yıl öncesiyle tıpa tıp benzeştiğini, kapitülasyoncu müstemleke zihniyetinin, ecnebi diplomatların zihninde nasıl hala diri olduğunu anlamak için Can Dündar vakasına bakmak yeterli.
17/25 Aralık Darbe Girişimi başarılı olsaydı, Tayyip Erdoğan, “Dönemin Başbakanı” olarak yargılanacaktı.
Paralel Yapı, Türkiye'deki yargılamanın yanında, Erdoğan'ı uluslararası bir mahkemeye, Lahey'e de taşımayı planlamıştı. Bunu sağlamak için senaryo yazmak ve düzmece delil üretmek zaten Paralel Yapı'nın uzmanlık alanıydı.
MİT Tırları operasyonu, işte bu kurgu ve düzmece delilleri oluşturmak için planlandı. MİT, Emniyet İstihbarat, Jandarma ve yargı içindeki Haşhaşiler, bu kurgu için harekete geçirildiler. Kurgunun algı operasyonu ise Fetullahçı Cumhuriyet Gazetesi ve onun yöneticilerine ihale edildi.
Erdoğan bu çirkin kumpası bozdu, Haşhaşilerin inlerine girildi; bu kapsamda Fetullahçı Can Dündar da, casusluk gibi son derece ciddi bir suç isnadıyla gözaltına alındı.
İşte tam bu aşamada, kapitülasyonlarda verilen imtiyazlarının devam ettiğini zanneden diplomatlar devreye girdi. Türkiye aleyhine Batı'da başlayan kara kampanyaya, içerde de tam destek sağlandı.
Sözcüler, büyükelçiler, konsoloslar, “adamlarının” serbest bırakılması için, tıpkı kapitülasyonlar dönemi Osmanlısında yaptıkları gibi Türkiye'ye baskı yapmaya başladılar.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasa Mahkemesi, tıpkı Twitter kararında olduğu gibi, son derece tartışmalı bir şekilde Can Dündar'ı Muş Jandarma Karakolu'ndan (affedersiniz, hataen yazmışım, düzeltiyorum) Silivri Cezaevi'nden çıkardı.
Tutuksuz yargılanan Can Dündar'ın geçen hafta yapılan ilk duruşması ise ecnebi konsolosların, son derece tabii olarak da CHP ve HDP'nin gövde gösterisine dönüştü.
İnanıyoruz ki mahkeme, Türkiye Cumhuriyeti'nin hiçbir mahkemesinin imtiyazlı “Konsolosluk Mahkemesi” olmadığını tüm dünyaya bir kez daha cesaretle ilan edecektir.
Cumhurbaşkanı bunu zaten şu sözleriyle dünyaya hatırlattı:
“Siz kimsiniz ya? Sizin ne işiniz var orada? Burası senin ülken değil, Türkiye. Sen konsolosluk binası ve konsolosluk sınırları içinde hareket edebilirsin. Diğerleri izne tabidir.”
Lozan'la birlikte bir defterin kapanıp yeni bir defterin açıldığına inananlar, gerçekten vahim bir hata yapıyorlar. Siz kapandı deseniz de, Can Dündar vakası da son bir örnek olarak gösteriyor ki, o defter kapanmıyor.
Sykes-Picot Gizli Antlaşması da, Sevr de, Mondros da Türkiye düşmanlarının hayallerini süslemeye devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, bu hayalleri deşifre ettiği, Türkiye'ye biçilen dar elbiseye itiraz ettiği, müstemlekeci zihniyeti, daha da ileri gidip “Dünya 5'ten Büyüktür” diyerek küresel sistemi sorguladığı için hedef yapılıyor.
Yaşadığımız süreç alelade bir süreç değil, tam anlamıyla bir İstiklal ve İstikbal mücadelesi süreci.
Kendi adamlarına, casuslarına bu kadar aleni ve cüretkar şekilde sahip çıkanlar karşısında en az onlar kadar cesur olmamız gerektiğini bu vesileyle tekrar hatırlatmış olalım.
Aydın Ünal
Brüksel'deki patlamalar Avrupa'da hayatı resmen bitirdi. İnsanlar evlerinden çıkamaz hale geldi. Charlie Hebdo ile başlayıp Paris katliamıyla devam eden terör rüzgarı Brüksel'de hedefe ulaştı. Peki, IŞİD, DAEŞ ya da ISIS elini kolunu sallayıp Brüksel'deki bir mahalleyi mesken tutarken koca Avrupa istihbaratı ne yapıyordu?
CIA'yı kuran Almanlar ne ile meşguldü? CIA'ya akıl veren efsane İngiliz casus Kim Philby'nin ekolü ne yapıyordu? MI6 neredeydi?
Ferguson'da siyahiler üzerinden Amerika'ya operasyon yapan Fransızlar'ın en etkili istihbarat teşkilatı DGSE neden görünmüyordu?
Herkes neden bu kadar çaresiz kalıyordu? Ortada sorulması gereken sorular yok muydu?VARDI! Zaventem Havaalanı'nda iki patlama olduktan sonra Maelbeek metro istasyonu bombayla sarsıldı. Gariptir, 11 Eylül'deki gibi görgü tanıkları "Teröristler Arapça bağırıyordu!" dedi...
Gariplikler peş peşe geliyordu! Gelin isterseniz hem soralım hem cevap arayalım...
Anlamak için sormak şart!
Saldırılar duyulduktan sonraki ilk açıklama neydi?
Saldırganlar Suriye, Irak ya da Yemen'den geldi... Hepsi IŞİD üyesi...
Oysa ortada daha hiçbir kanıt yoktu!
Ama belli ki önceden karar verilmişti!
Saldırganlar yani Avrupa'yı kan gölüne çevirenler kimlerdi? Ve bu isimlerden emin miydik?
Halid ve İbrahim Bakravi kardeşler ile Necim Laşravi... Yanlarında iki kişi daha vardı. Onların kimlikleri belli değildi.
Oysa olaydan hemen sonra havaalanında el arabasıyla fotoğrafı yayınlanan bombacıların hangi zaman diliminde orada oldukları bilinmiyordu.
Hatta orasının Zevantem Havaalanı olup olmadığı bile meçhuldü!
Peki, biz niye hemen inanıp satın aldık bunu?
Medya sayesinde! Bir el servis yapıyor, anında bütün medya satın alıyordu. Dolayısıyla herkes inanıyordu.
İnanmak zorunda kalıyordu!
Kardeşlerin fotoğrafı neden hemen servis edildi?
İhale onlara kalsın diye...
Ancak fotoğrafların üzerinde saat ve tarih gösteren rakamlar yoktu!
Ne zaman ve nerede çekildiği belli olmayan fotoğraflarla operasyon yürütülüyordu.
Peki, o zaman kardeşler yani Bakraviler'le Laşravi neredeydi?
Büyük ihtimalle önceden ele geçirilip infaz edildiler. Ölü adamlar üzerinden fotoğrafla gittiler. Ölüleri bir kez daha öldürdüler! Hem de 31 kişi ile birlikte!
Saldırganlar neden Molenbeek'teydi?
İşin püf noktası burası olduğu için!
Paris katliamında tıpkı buradaki gibi teröristlerin ismi ortaya atıldı. Koca koca manşetlerle... Fotoğraflarıyla birlikte. Salih Abdeslam bunlardan biriydi. Paris katliamını gerçekleştiren ekibin lideriydi ve olaydan sonra Molenbeek'e kaçmıştı. Paris gibi bir şehirde tek kaydı bulunmamasına rağmen öyle söyleniyordu. Polis küçük bir mahallede onu arıyordu, bulamıyordu! Ama Salih'in silah taşıdığını ve katliam yaptığını gören tek kişi yoktu! Bütün veriler onu işaret ediyordu. Katil oydu! Medya böyle diyordu çünkü! Ayrıca görgü tanıkları konser salonunu kana bulayanların ARAPÇA konuştuğunu söylüyordu!
Operasyondu yani?
Evet! Salih'in ismi beyinlere kazındı. Brüksel'de olduğu söylendi.
Patlamalardan sonra biri ele geçirildi.
Ya Salih Abdeslam zaten polisin içindeki biriydi ya da hayatta değildi!
Bir vesikalıktan başka bir şey görenbilen yoktu!
Peki saldırıların ortak özelliği neydi?
AZ kayıp vermek için düzenlenmiş olmaları...
Nasıl yani?
Eğer havaalanındaki iki canlı bomba, metroda da bir canlı bomba varsa doğal olarak bunların kendilerini oradaki kalabalığın içinde patlatmaları gerekir. Ama üç patlamada da özellikle az insanın olduğu noktalar seçildi.
Eğer istenseydi metroda yüzlerce kişi ölebilirdi. Amaç korkutmak ve yönetmekti. Zarar vermekten öte, etkisinin büyük olması önemsendi.
Eylem böyle planlandı. Boş noktaları seçmek IŞİD'in işine gelmezdi! Ama böyle yapıldı!
Görünmez başka ayrıntı var mıydı?
Vardı! Mesela havaalanında el arabasıyla giden iki bombacının sol ellerini eldivenle kapatmış olduğuna nasıl inanacağız. MONTAJ olma ihtimali o kadar yüksek ki! Tek eldivenle yürümek polise adeta "Beni alın!" demektir. Dikkat çekmek isteyen birinin bile yapmayacağını iki bombacı yapıyordu!
Türkiye bombacıları bildirdi? Gereği neden yapılmadı?
İbrahim El Bakravi, 17 Haziran 2015'te Gaziantep'ten Suriye'ye geçmek isterken yakalandı. Sınırdışı edildi. 11 Ağustos 2015'te Antalya Havalimanı'na indi. Turist olarak Türkiye'ye giriş yapmak istedi.
Yakalanıp tekrar sınırdışı edildi.
Halid El Bakravi, 4 Kasım 2014'te turist kılığında İstanbul Atatürk Havalimanı'ndan Türkiye'ye giriş yaptı.
14 Kasım'da çıktığı anlaşıldı.
Necim Laşravi, 17 Şubat 2013'te turist olarak Antalya Havalimanı'na geldi. Türkiye'ye giriş yaptı. Ancak çıkış kaydına ulaşılamadı... Yani bombacıların görüldüğü en son tarih bunlardı. Fotoğraflar da bu tarihlerde çekilmişti. Sonra gören-bilen olmamıştı.
Oturdukları sokakta aylardır bu çocukların görülmediği bilenlerin bildiği bir "SIR"dı!
Neden Brüksel seçildi ölü teröristler üzerinden?
Çünkü Avrupa'nın merkezi burasıydı.
Bu gençleri kullanan akıl mesajı doğrudan vermek istiyordu. "Ciddiye alın yoksa merkezinizi değil tümünüzü yıkarım!" diyordu.
Peki sonra?
Merkezi yıktıktan sonra direnen olursa ikinci adım en büyük şehir olurdu! Burası da Londra'ydı!
Hedef neydi?
500 milyondan fazla insanın yaşadığı ve zengin bir KITA olan Avrupa'nın dağılmasıydı. Terörle, ölmüş teröristle bunu yapacaklardı.
Kararlılardı. Bunu da görüyorduk.
İyi de nasıl?
IŞİD'in yetiştirdiği 400 canlı bomba sadece kendilerinin bildiği HÜCRELERE ulaştı. Artık emir veren her kimse onun "Patlatın!" kelimesine ihtiyaç vardı. Tek kelimeye yani. Korku büyüktü.
Neden IŞİD kullanılıyor da başka bir örgüt değil?
Sykes Picot Anlaşması'nın 100. Yılı...
Avrupa 100 yıldır Ortadoğu'yu istediği gibi yönetti. Şimdi sıra Amerika-Rusya ikilisinde. Bu nedenle Ortadoğu'nun haritasını çizmek için meydana getirilen IŞİD, Ortadoğu'nun sınırlarını çizenlerin sınırlarını çizecek! Çok kullanışlı, iki taraflı bir yapı!
Başka?
Kullanılan bütün isimler AVRUPA içinde yaşıyor. Dışarıdan gelen yok!
Müslüman da olsa Avrupalı... Bu, kalkan sınırların tekrar geri gelmesine yol açacak. Avrupa'da herkes kendi canının derdine düşecek. YAPI dağılacak. Herkes kendi çıkardığı kanunla ayakta kalmaya çalışacak.
Güvenlik tehlikesi HUKUK birliğini bitirecek. Arkasından PARA birliği dağılacak. 1950'lerdeAMERİKA'ya karşı KÖMÜR-ÇELİK BİRLİĞİ olarak yola çıkan yapı şimdi polis devletine dönüşecek.
İyi de IŞİD'e bu kadar anlamlı görev verilmesi doğru mu?
Belki IŞİD'i meydana getirenler, IŞİD ile Ortadoğu'yu 100 yıl yönetenlerden rövanş alıyordu! Müslüman coğrafyasını yıkanlar Müslüman coğrafyasının içinde oluşturulan bir dize getiriliyordu.
Bilinmez ki!
İslam öfkesi” tam yirmi yıldır bütün Müslüman coğrafyaya karşı öldürücü bir silah olarak kullanıldı. Müslüman toplumların yüz yıldır devam eden sömürge zihniyetlerine duyduğu kızgınlık, bu vesayet sisteminden kurtulmak için verdiği mücadele sabote edildi ve Batılılar kendilerine yönelen bu öfkeyi ve arayışı kendi çıkar alanları için kullanıldı. Bunu başardılar.
Müslümanlar kendi silahlarıyla vuruldu. Kendi ülkelerine, toplumlarına karşı kullanıldı. Bu amaçla örgütler kuruldu, bu amaçla cemaatler şekillendirildi, bu amaçla muhafazakar siyasi hareketler geliştirildi.
Batı, 21. yüzyılda İslam'ı en büyük tehdit ilan etti. Bu “tehdit”le yüzleşmek için Müslümanların yaşadığı her toprak parçasında terörle mücadele merkezleri kurdu. İslam ve terör eşleştirmesini yaparak küresel ölçekte terörle mücadele savaşı ilan etti ve bunu uyguladı.
“İslam öfkesi” Batı'nın elindeki en güçlü silahtır
Ama çok garip bir çelişki, bugüne kadar pek kimsenin dikkatini çekmedi. Terör olarak ilan ettikleri, yok etmeye çalıştıkları şey aslında Müslüman dünyadaki yeni yükseliş dalgasıydı. Bu yüzden terör kavramını ayakta tutmak, küresel bir paranoya oluşturmak için Müslümanlar arasından teröristler çıkardı, terör örgütleri formatladı.
Çünkü o dalgayı kırmak için teröriste ve terör örgütüne muhtaçtı. İslam'ı Müslümanların silahlarıyla tarih dışına itmeye çalıştı. Bugün hala böyle bir savaş yürütüyor. Belki de bu, 21. yüzyılda Müslümanlara ve Müslüman ülkelere kurulan en büyük tuzak olacaktır.
Bu öfke hiç yerli olmadı
Bu yüzden “İslam öfkesi” hiçbir zaman yerlileşmedi. Hep başkalarının çıkar alanlarını istikrarsızlaştırma aracı oldu. Bu yüzden o örgütler hiçbir zaman bu coğrafyanın isteklerine, arayışlarına göre biçimlenmedi. O küresel istila hareketinin seyrine göre şekil aldı. Müslüman dünyanın meşru arayışları, coğrafyanın zaaf alanları istismar edilerek sabote edildi. O meşru arayış bu amaçla kurulan terör örgütlerine kurban verildi.
Bu noktadan bakınca, IŞİD ile Türkiye'de darbe yapmaya girişen paralel örgüt arasında bir nitelik farkı olmadığı ortaya çıkıyor.
IŞİD ve Paralel: Bu ne benzerlik?
İkisi de dışarıda kurgulandı, ikisine de başkalarının Türkiye ve bölgedeki çıkarlarına göre roller yüklendi. İkisi de yerli değildi ve başkalarının silahlarıyla kendi ülkelerini, coğrafyalarını kurşun yağmuruna tutuyordu. Biri Avrupa'nın diğeri Amerika'nın ürettiği yapılardı.
İkisi de Hilafet derdindeydi. İkisi de Müslüman dünyayı yönetmeye talipti. İkisi de vesayet aracıydı ve Batılılar'ın bölgedeki hegemonyasının devamına zemin hazırlıyordu.
İkisi de Sünni karakterliydi, hem de katı Sünni görünümdeydi ama ikisinin de İslam'ı algılama biçimi, düşünce sistematiği İran'ın İslam'ı algılama biçimiyle garip şekilde benzeşiyordu. İkisi de hemen hemen aynı zamanlarda harekete geçirildi, meydana sürüldü. Biri Suriye-Irak-Ürdün-Lübnan hattında diğeri de Türkiye'deaçık savaş başlattı. İkisi de Türkiye ile İran arasında, Sünni dünya ile Şii dünyası arasında savaş çıkarmaya ayarlıydı.
Bu örnekler, karakter benzerlikleri, stratejik pozisyonlama ile ilgili daha bir çok örnek verilebilir. Ama en önemlisi bu iki yapı da, bundan önceki bir çok örgüt gibi yerli değildi. Hiç olmadı, olamazdı da.
İşte bu yüzden yerli olan her şeye savaş açtılar. Onu bitirmek, zayıflatmak, diz çöktürmek için sahaya sürüldüler. İkisi de yetmemiş olacak ki, patronları Türkiye ve bölgedeki diğer örgütleri de harekete geçirdi. PKK ve PYD ile DHKP-C gibi örgütleri de onlarla aynı safta mevzilendirdi.
Türk devrimi ve Arap devrimi sabote edilecek!
Oysa Türkiye'de devletin İslam'la barışması çok büyük ihtiyaçtı ve ortaya olağanüstü bir güç/enerji çıkaracaktı.Sünni/Arap dünyasında bir devrim dalgasının ortaya çıkması çok büyük bir ihtiyaçtı ve olağanüstü bir enerji ortaya çıkaracaktı. Bu bir Arap devrimi olacaktı, diğeri de Türkiye devrimi olacaktı. Bu iki örgüt, işte bu büyük devrimleri sabote etmek, Batı lehine boşa çıkarmak için sahaya sürüldü.
Hem coğrafyada hem Türkiye'de yerli olanla mücadele edecek, onu zayıflatacak ve o vesayet yüz yıl daha devam edecekti. Arap Baharı'nı devrim olmaktan çıkarıp darbe çağrılarına dönüştüren irade bu iki örgütün de arkasındaydı.
Esasında Soğuk Savaş sonrası için harekete geçirilen bütün İslami karakterli örgütlerin ana motivasyonu, konumlandırılması da buydu. Küresel ölçekte oyun kuruluyordu ve bu örgütler büyük savaşın tetikçi güçleri, cepheleriydi.
Türkiye bu yüzden saldırı altındadır
Bu yüzden Paralel'cilerin IŞİD düşmanlığı kimseyi kandırmasın. Tıpkı İran düşmanlığının bir palavradan ibaret olması gibi. Görünürde öyle olsalar da, Türkiye'yi IŞİD üzerinden teröre destek veren ülke ilan ettirmeye çalışsalar da üslendikleri roller birbirini tamamlar niteliktedir.
İşte Türkiye bu yüzden saldırı altındadır. Sadece Türkiye'de değil, bütün coğrafyada tarihsel bir uyanışı tetiklediği için, bu uyanışın siyasi aklını oluşturduğu için, kendi içinde yeni bir kaynaşma, kuruluşun temellerini attığı için, yüz yıllık vesayeti sona erdirecek irade ve gücü ortaya koyduğu için hedeftir. İşte bu yüzden “Müslüman öfkesi” üzerinden biçimlendirilen çevreler Türkiye'yi vurmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk kez bu bölgede yerli bir duruş, söylem ve hedef geliştirilmiştir ve bunun intikamıalınmakta, bu güç tasfiye edilmek istenmektedir. Türkiye'deki savaşın bu derece sancılı geçmesi, Türkiye'yi bu noktaya taşıyan siyasi aklınve kadroların tasfiye edilmek istenmesinin nedeni budur.
Ama çok ilginç bir benzerlik daha vardır, o da, söz konusuörgütlerle Batılı siyasi çevrelerin, bu kadroları, siyasi anlayışı tasfiye etme konusunda ortak bir organizasyon görüntüsü vermesidir.
İşin daha da tuhafı, bu örgütler ve batılı siyasi çevrelerin baskısıylaPKK ve PYD'nin bölgesel kazanımlarının önü açılmakta, Türkiye bir başka örgüt üzerinden sıkıştırılmaktadır. Nereden bakarsanız bakın, tam bir organizasyon görüntüsü hakimdir.
İki ülkeye de tuzak kuruldu
Aslında bugün, 11 Mart'ta “Müslüman öfkesi ve Türk öfkesi Rusya'yı vuracak” başlığı altında ifade etmeye çalıştığım konunun ikinci bölümünü yazacaktım. Müslüman öfkesini yirmi yıldır çıkar alanlarında kullananların bu öfkeyi Rusya'ya yöneltmeye çalıştıklarını, buna Türk öfkesini de kattıklarını, Türkiye-Rusya krizini bu amaçla çıkardıklarını, Rusya'yı hırpalayıp zayıflatacaklarını yazmıştım. Moskova Suriye'den çekilme açıklaması yaptı. Bu tehlikeyi farketti mi bilmem ama aynı tehlike Türkiye için de geçerlidir. Bu yüzden “uçak düşürülmesi”nden bu yana krizin her aşaması dikkatlice incelenmelidir. Gülen'in Rus basınına konuşup Türkiye'yi “terör devleti” ilan etmesi, krizi provoke etme amaçlıdır.
Ve bence bu konu Türk basınında enine boyuna tartışılmalıdır. Putin'in çekilme açıklaması bu anlamda doğru bir hamledir ve Rusya kendine kurulan tuzağı farketmelidir. Müslüman öfkesi Rusya'ya ve Türkiye'ye yönlendirilirken aslında iki ülke de hedef alınmaktadır.Oyun çok büyüktür.
Yeni bir Kırım Savaşı planı var
Tarihçilerimiz, Kırım Savaşı dönemini bugüne taşımalı, kamuoyunda tartışmalıdır. Türkiye-Rusya krizini besleyenler yeni bir Kırım Savaşı'nın temellerini atmayı, iki ülkeyi provoke etmeyi, sonrasında da bir “kurtarıcı gibi” yardıma koşmayı planlıyorlar sanki.
Bunu başarmaları iki ülke için de ölümdür. Rusya hırpalanacak, ikinci kez dağılma sürecine girecek, Rus kaynakları paylaşılacaktır. Türkiye yeniden himaye, vesayet altına alınacak, yüz yıl sonra başlattığı özgürleşme süreci bitirilecektir. Çünkü Osmanlı, bağımsızlığını Kırım Savaşı ile kaybetmiştir.
Örgütler ve o öfke bundan önce Arap/Müslüman coğrafyadaki çıkar alanlarına yönlendirilmişti. Şimdi Rusya ve Türkiye'ye yönlendiriliyor. İki ülkeye de büyük tuzak kuruluyor. Çok güçlü liderlik ve perspektif yakalayan iki ülke de bu oyunu görmeli.
“İslam öfkesi” hiç yerli olmadı sözünü bu örneklerden hareketle söylüyorum. Siyasilerimiz, aydınlarımız, kanaat önderlerimiz, medya mensuplarımız günü birlik kavgalardan başını kaldırıp bu “Büyük Oyun”a kafa yormalı artık!
İbrahim Karagül