Konsolosluk mahkemeleri


1888 yılında, Osmanlı Devleti'nin Şam vilayetinde jandarmalar bir katil zanlısı ve arkadaşlarını yakalamak isterler. Abdurrahman ismindeki şahıs yakalanır, ancak yanındaki 3 arkadaşı Fransa'nın Şam konsolosluğuna kaçarlar. Zanlılar, yanlarına konsolosluk çalışanlarını da alarak dışarı çıkarlar, hem arkadaşlarını kurtarır, hem de Jandarmaları konsoloslukta alıkoyarak darp ederler. Fransa Konsolosu cinayet zanlılarına sahip çıkar. Hadise, İstanbul ile Paris arasında küçük çaplı bir krize sebebiyet verir. Fransa, konsolosunun haklı olduğunu savunur ve var gücüyle korur.

Bir başka hadise 1905 yılında Muş'ta yaşanır. Jandarmanın, 2 Ermeni şüpheliyi sorguladığını öğrenen Fransa'nın Van Konsolosu Rupen, yetki sınırlarını aşarak, Van dışına çıkarak Muş'a gelir, karakolu basar ve zanlıları alıp dışarı çıkarır. Fransa, Osmanlı Devleti'nin şikayetlerini dikkate almaz, konsolosunun arkasında durur.

Kapitülasyonlarla birlikte Osmanlı vilayetlerindeki konsoloslara sınırsız imtiyazlar sağlanmıştı. Erzurum, Maraş, Elazığ, Van, Diyarbakır, Antep, Adana, Halep, Şam, Beyrut ve daha nice Osmanlı vilayetinde, başta Fransa, İngiltere ve Rusya olmak üzere bir çok ülkenin konsolosları görev yapıyordu. Bu konsoloslar diplomasiyle hiç ilgilenmiyor, tamamen siyasi faaliyet yürütüyorlardı.

Hristiyanların örgütlenmesi, Ermenilerin katolikleştirilmesi, Ermeni çetelerine maddi destek sağlanması, Yahudilerin kayrılması, Dürzilerin öldürülmesi, bazı Arap kabilelerinin isyana teşvik edilmesi konsolosların aleni faaliyetleriydi. Bir yandan istihbarat toplayıp casusluk yapıyor, diğer yandan da Osmanlı halklarını, gerektiğinde açıktan para vererek isyana hazırlıyorlardı.

Bundan daha da vahimi, kapitülasyonlarla, konsoloslara yargılama yetkisinin verilmiş olmasıydı. Yabancıların kendi aralarındaki davalarına konsolosluk mahkemeleri bakıyordu. Ancak bu mahkemeler yetkilerini aşıyor, Osmanlı vatandaşı ile yabancılar arasındaki davalara da bakıyor; hatta Osmanlı vatandaşı, Yahudi, Hristiyan, Ermeni, isyancı Müslüman ise, onu yabancı gibi gösterip davaları sahipleniyorlardı. Bu mahkemelerde elbette Osmanlı Devleti ve Müslümanlar aleyhine kararlar veriliyordu.

Kapitülasyonlar, yani ecnebilere tanınan ticari, siyasi, askeri ve hukuki imtiyazlar 1923 yılında Lozan Antlaşma'sıyla kaldırıldı.

Ya da biz öyle zannettik ve zannediyoruz.

Yaşadıklarımızın nasıl 100-150 yıl öncesiyle tıpa tıp benzeştiğini, kapitülasyoncu müstemleke zihniyetinin, ecnebi diplomatların zihninde nasıl hala diri olduğunu anlamak için Can Dündar vakasına bakmak yeterli.

17/25 Aralık Darbe Girişimi başarılı olsaydı, Tayyip Erdoğan, “Dönemin Başbakanı” olarak yargılanacaktı.

Paralel Yapı, Türkiye'deki yargılamanın yanında, Erdoğan'ı uluslararası bir mahkemeye, Lahey'e de taşımayı planlamıştı. Bunu sağlamak için senaryo yazmak ve düzmece delil üretmek zaten Paralel Yapı'nın uzmanlık alanıydı.

MİT Tırları operasyonu, işte bu kurgu ve düzmece delilleri oluşturmak için planlandı. MİT, Emniyet İstihbarat, Jandarma ve yargı içindeki Haşhaşiler, bu kurgu için harekete geçirildiler. Kurgunun algı operasyonu ise Fetullahçı Cumhuriyet Gazetesi ve onun yöneticilerine ihale edildi.

Erdoğan bu çirkin kumpası bozdu, Haşhaşilerin inlerine girildi; bu kapsamda Fetullahçı Can Dündar da, casusluk gibi son derece ciddi bir suç isnadıyla gözaltına alındı.

İşte tam bu aşamada, kapitülasyonlarda verilen imtiyazlarının devam ettiğini zanneden diplomatlar devreye girdi. Türkiye aleyhine Batı'da başlayan kara kampanyaya, içerde de tam destek sağlandı.

Sözcüler, büyükelçiler, konsoloslar, “adamlarının” serbest bırakılması için, tıpkı kapitülasyonlar dönemi Osmanlısında yaptıkları gibi Türkiye'ye baskı yapmaya başladılar.

Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasa Mahkemesi, tıpkı Twitter kararında olduğu gibi, son derece tartışmalı bir şekilde Can Dündar'ı Muş Jandarma Karakolu'ndan (affedersiniz, hataen yazmışım, düzeltiyorum) Silivri Cezaevi'nden çıkardı.

Tutuksuz yargılanan Can Dündar'ın geçen hafta yapılan ilk duruşması ise ecnebi konsolosların, son derece tabii olarak da CHP ve HDP'nin gövde gösterisine dönüştü.

İnanıyoruz ki mahkeme, Türkiye Cumhuriyeti'nin hiçbir mahkemesinin imtiyazlı “Konsolosluk Mahkemesi” olmadığını tüm dünyaya bir kez daha cesaretle ilan edecektir.

Cumhurbaşkanı bunu zaten şu sözleriyle dünyaya hatırlattı:
“Siz kimsiniz ya? Sizin ne işiniz var orada? Burası senin ülken değil, Türkiye. Sen konsolosluk binası ve konsolosluk sınırları içinde hareket edebilirsin. Diğerleri izne tabidir.”

Lozan'la birlikte bir defterin kapanıp yeni bir defterin açıldığına inananlar, gerçekten vahim bir hata yapıyorlar. Siz kapandı deseniz de, Can Dündar vakası da son bir örnek olarak gösteriyor ki, o defter kapanmıyor.

Sykes-Picot Gizli Antlaşması da, Sevr de, Mondros da Türkiye düşmanlarının hayallerini süslemeye devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, bu hayalleri deşifre ettiği, Türkiye'ye biçilen dar elbiseye itiraz ettiği, müstemlekeci zihniyeti, daha da ileri gidip “Dünya 5'ten Büyüktür” diyerek küresel sistemi sorguladığı için hedef yapılıyor.

Yaşadığımız süreç alelade bir süreç değil, tam anlamıyla bir İstiklal ve İstikbal mücadelesi süreci.

Kendi adamlarına, casuslarına bu kadar aleni ve cüretkar şekilde sahip çıkanlar karşısında en az onlar kadar cesur olmamız gerektiğini bu vesileyle tekrar hatırlatmış olalım.


Aydın Ünal

Julian Assange ve Can Dündar




Şunu hatırlatarak başlayayım: Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliye edilmeleri gerektiğini, tutuklanmalarının hem yanlış hem de MİT TIR’ları davasının özünün tartışılmasını engelleyen bir karar olduğunu, iddianameyi zayıf ve zorlama bulduğumu başından beri söylemiş bir gazeteciyim. Tahliye edilmelerine sevindim, bunu tahliyelerinden birkaç saat önce NTV canlı yayınında da ifade ettim. Ancak simsiyah ya da bembeyazlar diyarı olan ülkemde bunları söylemek şunları da söylemeye engel olmamalı: 

Can Dündar maksatlı bir habere imza attı. Bir haber de değil, paralel yapıdan temin ettiği birçok haberi defalarca ve sistematik olarak yaptı. Anayasa Mahkemesi’nin haklı olan tutuksuz yargılanma kararı bu gerçeği değiştirmez! Türkiye’nin IŞİD’e silah taşıdığı iddiası cemaatin önce medya, sonra da Emniyet ve Jandarma kadroları üzerinden yaydığı bir iftiraydı. Bu gün IŞİD’e karşı koalisyonun bir parçası olan, daha da ötesi, IŞİD’in açık hedefi olan Türkiye’yi hâlâ böyle bir iftiraya maruz bırakmak mı ‘zehirlenmeden çıkmanın’ bir parçası?    
Can Dündar’ın tutuklanması ve salıverilmesi bahsinde sıklıkla Julian Assange’a ve Wikileaks’e atıf yapılıyor. Ancak gördüğüm kadarıyla konuyla ilgili ya kafa karışıklığı ya da bilgi eksikliği var. Neydi Wikileaks hikâyesi ve bunun Can Dündar olayıyla bağlantısı nerede? 

Wikileaks’te neler olmuştu?
2009’da Irak’ta görev yapmaya başlayan asker Bradley Manning sivillerin vurulduğunu gösteren bir videoyu Julian Assange’a gönderiyor. Assange görüntüleri yayınlayınca hakkında soruşturma açılıyor. Bu arada Manning elindekileri hacker Adrian Lemo’ya da gönderiyor. Lemo görüntülerden panikliyor ve onu ele veriyor. Bunun üzerine Manning tutuklanıyor. Tutuklanmasından sonra Guardian’dan Nick Davies Julian Assange’a ulaşıyor ve elindekileri Guardian ve New York Times’ta yayınlamasını teklif ediyor. O sırada Assange’ın elinde 390 bin gizli askeri belge var. Anlaşmayı yapıyorlar. Ancak Guardian, Ny Times ve Spiegel belgelerdeki isimleri gizlerken Assange kendi sitesinde olduğu gibi yayınlıyor. Tarih 25 Temmuz 2010. 
90 bin belgeden 75 bini yayınlanıyor. İçlerinde geçen 100 isim Wikileaks sitesinde sansürsüz yer alıyor. Ve böylece askerler ve ABD müttefiklerinin can güvenliği tartışması başlıyor. ‘Wikileaks’in eline kan bulaştı’ tezi yaygınlaşıyor. Beyaz Saray bu iddiayı yüksek sesle dillendirerek Assange’ı hedef almaya başlıyor. Şu tesadüfe bakın ki (!) tam bu sırada yani Ağustos 2010’da İsveç mahkemesi Assange hakkında 2 ayrı taciz ve tecavüz suçlamasıyla tutuklama kararı çıkarıyor. Bunun üzerine Assange Londra’da izini kaybettiriyor. Bütün bunlar ilk perdenin gelişmeleri... Gelelim 2. perdeye:
Afganistan’la ilgili belgeler yayınlandıktan 3 ay sonra, 22 Ekim 2010’da, bu kez Wikileaks Irak ile ilgili 400 000 belge yayınlamak için kolları sıvıyor. Bu defa gönüllü bir redaksiyon grubu kuruluyor. Bu belgelerde ABD’nin elindeki Iraklı esirlere işkence yaptığı var ki bu, Cenevre sözleşmesine göre savaş suçu demek! 

Ve 3. perde
28 Kasım 2010’da bu kez de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gizli birçok belgesini yayınlıyor Wikileaks. O belgeler ise TunusMısırLibya liderlerinin yolsuzluklarını ortaya koyan belgeler! Böylece Arap Baharı’nın fitili ateşleniyor. 
Tüm bunların üzerine Amerika’da çok sert bir kampanya baş gösteriyor. Wikileaks’ten terör örgütüdür diye bahseden senatörler çıkıyor. (Cumhuriyetçi Senatör Candice Miller) Temsilciler Meclisi eski başkanlarından Newt Gingrich ‘Assange’a düşman askeri muamelesi yapmamız lazım’ diyor. Televizyon tartışmalarında ise doz iyice artıyor. Mesela Tom Flanagan adında bir akademisyen Assange’ın öldürülmesine izin verilmesi hatta gerekirse insansız hava aracı kullanılması gerektiğini söylüyor! 10 Aralık 2010’da Assange Londra’da teslim oluyor ve tutuklanıyor ancak kefaletle serbest bırakılıyor. Bu aşamadan itibaren belgeleri verdiği Ny Times’la ve medyanın geri kalanıyla arası açılıyor. Giderek agresifleşiyor ve paranoyaklaşıyor. Sonunda Ekvador Devlet Başkanı’ndan sığınma talep ediyor ve halen bulunduğu Londra’nın Ekvador Büyükelçiliği’ne sığınıyor. 
Kısacası, ABD’de devlet çok daha sinsi ve derin. Assange hakkında ilk aşamada bir soruşturma başlasa da bu belgelerle ilgili bir suçlama yöneltilmiyor. Basın özgürlüğüne gölge düşmesin diye dava açılmıyor ama dört bir koldan sıkıştırılarak hayatı dar ediliyor. (Bunlar olanlar, bizde de böyle olsun diye değil, orayı başka türlü anlatanlara gerçeği hatırlatmak için yazıyorum-na) Öte yandan, belgeleri Assange’a gönderen asker Manning önce Kuveyt’te 2.5 ay bir hücrede tutuluyor, sonra halen bulunduğu Virginia’ya getirilip 1 yıl daha hücre hapsine alınıyor. Uykusuz ve çıplak bırakılarak işkenceden geçiriliyor. Ordu tarafından 22 ayrı suçla itham ediliyor ve mahkemeye çıkmak için 3 yıldan fazla hapiste bekliyor. 


Lan kerata sen de mi hendekçi oldun?


Şu Bizim medyanın bazı konulardaki savrukluğu, özensizliği, derbederliği, hele hele algı yönetimi karşısındaki acemiliği yüzünden çoğu kez zokayı yutuyoruz.

Mesela…

Özgül ağrılık bakımından en fazla bir buçuk akademisyene denk gelebilecek bini aşkın elemanın imzaladığı o pespaye bildiri, “akademisyenler bildirisi” olarak sunuluyor, biz de afiyetle yiyoruz!

E hal böyle olunca zokayı yutturan çok oluyor.

Aradan çok geçmiyor, “Sinemacılardan akademisyenlere destek” haberiyle müşerref oluyoruz.

Kim bu “Sinemacılar” diye şöyle bir bakınca da birkaç boom operatörünü (sesli çekimlerde mikrofon tutan arkadaşlar), mebzul miktarda kamera asistanı, ışıkçı ve belgeselcinin (bu ülkede belgeselci olmak için de 'belgesel' çekmek şart değil nasılsa) yanı sıra üç beş senarist ve yönetmeni görüyoruz.

“Sinemacılar” dediğiniz bunlar mı?

Bunlardan ibaret mi?

Kaldı ki, bunların içinde, sabahın köründe Kürt çocuklarına “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” dedirten “Andımızın” kaldırılmasını protesto etmek için adının önüne T. C yazanlar da var.

Şimdi kalkmışlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin (T. C) başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına katliam uyguladığı ifadesine yer veren o şebelek bildiriyi destekliyorlar.

İçlerinde tanıdığım öyleleri de var ki neyi arkaladığının farkında bile değil keratalar.

Neyse…

Mevzumuz madrabazlık olmadığı için daha fazla üzerlerinde durmaya değmez. Geçelim.

Peki bu yavan “filmin” bu yoğun “jeneriği” burda nihayete eriyor mu?

Neden ersin, hazır zokayı yutmuşsunuz; o pespaye bildiriyi “akademisyenler bildirisi” olarak temellük etmişsiniz, devamı gelir.

Nitekim geldi de; “edebiyatçılar”, “gazeteciler” vs...

Sonuç itibariyle bu ülkenin akademisyenleri, edebiyatçıları, sanatçıları o pespaye bildiriye destek veriyor algısı oluşturulmaya çalışıldı.

Bu algıya istemeden de olsa katkı sunduktan, yani, o rezil bildiriye “akademisyenler bildirisi” destekçilerini de “sinemacılar,” veya “gazeteciler” veya “edebiyatçılar” şeklinde genelleştirdikten sonra mahut bildirinin içeriğini yerden yere vursan kaç para!..

Zaten “içerik” falan yok, sadece dışarıya yönelik algı faaliyeti var.

Malumunuz, bir süredir içeriden (iç kamuoyundan) umudunu kesen çevreler mütemadiyen dışarıya çalışıyorlar.

MİT TIR'ları hadisesi bunlardan biriydi. Maksatları, Türkiye'yi teröre destek veren ülkeymiş gibi göstermekti.

Bu faaliyetten dolayı içerde yatan “sevgili asker arkadaşım” Can Dündar da derdini dışarıya anlatmaya devam ediyor hâlâ.

Geçenlerde bir İngiliz gazetesine yazmıştı, şimdi de İsveç'te yayımlanan Dagens Nyheter'a Türkiye'yi şikâyet etmiş.

Etsin, etsinler, sorun değil, herkes sonuçta kendine yakışanı yapar.

Herkesten Muhsin Yazıcıoğlu gibi olmasını bekleyemeyiz.

Merhuma, onca yıl mahpus damında onca işkenceye maruz kaldığı dönemde Uluslararası İnsan Hakları Örgütü'ne başvurup başvurmadığını sormuştum da, ben kendi ülkemi dışarıya şikayet etmem, demişti.

Uzun lafın kısası, Türkiye, dışarıya yönelik korkunç bir algı faaliyetiyle karşı karşıya…

Bu algı faaliyetini kırmak için de Hasan Cemalgillere “liberaller”, o bildiriye imza koyanlara “akademisyenler”, destekleyenlere de “gazeteciler” veya “sinemacılar” falan dememek gerekiyor.

Can Dündar’ın IŞİD’ci olarak portresi



Köpeğine poker oynamayı öğreten adamın biri, “köpeğim harika poker oynuyor ama her zaman ben yeniyorum” demiş.
Madem köpeğin harika poker oynuyor nasıl oluyor da hep sen yeniyorsun, diye sorulunca da, “Çünkü ne zaman eline güzel bir kâğıt geçse kuyruğunu sallıyor” cevabını vermiş. 
***
Cumhuriyet gazetesinin Can Dündar'ının da eline MİT Tırlarıyla ilgili bir kâğıt verdiler, o günden beri yapmadığı “şebeklik” kalmadı.

Şimdi de…
Gencecik çocuklarımızın Suruç'ta paramparça edilmesine bütün Türkiye kan ağlarken hiç vakit kaybetmedi; kininin, nefretinin peşine düştü.
İnsanda biraz vicdan olur, vicdan!
Bombaların açtığı “yoldan” yürümek, gencecik çocukların parçalanmış cesetleri üzerinden hesap görmeye çalışmak nasıl bir şeydir?

Galiba böyle “karakterler” var.
Mesela, Şehid Savcı Mehmet Selim Kiraz'ı DHKPC'li teröristler rehin aldığındaMirgün Cabas adlı o insan evladı da twitter hesabından, “Bu eylem nasıl biterse bitsin çıkarılacak tek ders var: çocukları vurmayın, annelerini yuhalatmayın” demişti.
Can Dündar da aynı “karakterle” malul…
Suruç katliamı üzerine bu karakterini tweet marifetiyle ortaya koydu.
Dedi ki: “MİT'in IŞİD'e bomba ve eleman taşıdığını belgeledik, suçlu ilan edildik. Suruç, AKP'nin ve MİT'in Suriye ve IŞİD siyasetinin kanlı meyvesidir.”

Bu nasıl bir kafadır?
Müstevlilerin taşeron örgütü DEAŞ veya IŞİD Suruç katliamıyla, Türkiye'de kaos oluşturmayı, demokratik normale darbe vurmayı, halkları birbirine düşürmeyi ne kadar hedeflediyse, bu kafa da bu hedefe o kadar hizmet etmektedir.
Bu kafa ne kadar kamuflaj yaparsa yapsın IŞİD'ci kafadır.
***
Türkiye gazetesinden Yıldıray Oğur arkadaşımız, Can Dündar'ın mahut tezvirine karşılık 11 soru sordu.
Hiçbirine cevap vermedi.
Bari, MİT'in IŞİD'e bomba ve eleman taşıdığına dair tek bir belge göster denildiğinde, kulağının üzerine yatmasaydı.
Ama yattı.

Anlaşılan o ki “karakteri” böyle.
Ahmet Altan vaktiyle Can Dündar'a “aşağılık” dememek için “yalancı” demişti. 
Mesele şuydu: 

Taraf gazetesi Aktütün baskınını gündeme getirmişti. Can Dündar da (Milliyet'teki) köşesinde, “Aktütün baskınıyla ilgili görüntülerin 'yabancı devlet servislerinden' geldiğini iddia ediyordu” ve bunu da (kendi ifadesiyle) “başbakanın çok yakınına” dayandırıyordu.
Ahmet Altan da söz konusu yazısında, “kim bu yakınınız” ve “niye böyle iftiralar atıyor” diye başbakana sorduk soruşturduk, böyle bir şey olmadığını öğrendik demiş ve sonra da “mecburen” Can Dündar'a dönmüştü: “Can, sana bu lafları kim söyledi?(…) Senin uydurduğunu sanmam. Her ne kadar o yazıyı niye yazdığını tam anlamasam da bunu birisinden duyup yazmış olmalısın. O kim?...” (13 Kasım 2008, Taraf)
Yazık ki yazık, ne kadar ısrar etse de cevap alamamıştı; Can Dündar sessizliğe gömülmüştü. 
***
Malumunuz, Taraf gazetesinin nasıl bir “paralel” proje olduğu deşifre olduğu için Cumhuriyet devreye sokuldu. 
Can Dündar'a da Cumhuriyet'in Ahmet Altan'ı görevini verdiler.
Lakin bir şeyi gözden kaçırdılar: 
Taraf deşifre olduğu için işe yaramayacağına hükmedildi, tamam anladık; peki Can Dündar'ın da “karakteri” deşifre oldu, onu ne yapacağız?

Karakteri deşifre oldu dediğim…
Gezi olayları döneminde, bir televizyon kanalına telefonla bağlanıp, “polisler annelerin kucağından çocukları alıp TOMA'ların önüne atıyorlar, ben de gidip bir TOMA'nın altına yatacağım…” demişti 
Sonra da ortadan kaybolmuştu. 
Taksim ve civarında bütün TOMA'ların altına bakıldı. Yoktu. Bir tatil yöresinde (Bodrum'du galiba) ortaya çıktı.
IQ derseniz…

Sayın Cumhurbaşkanımız'ın sesi kısıldığında, “Kısıklı'da oturduğu için sesi kısıldı” şeklinde espri denemesinde bulunan bir insan evladının her tarafı IQ olsa ne yazar.
Dolayısıyla ses tonundan başka bir numarası yok. O da takdir edersiniz ki, manşetlerde ve yazılarda çalışmaz.
Tamam, aşkla cehtle gayret ediyor. Türkiye'yi terörist ülkeymiş gibi gösterebilmek için adeta kendini paralıyor. 
Gelgelelim…
Eline güzel bir “kağıt” veya “malzeme” geçtiğinde öyle acemi sevinç gösterileri yapıyor ki “paralel yapı”yı “dan” diye ele vermekten öte geçemiyor.

Can Dündar provokatörüne 10 maddelik zor soru



Gazeteci Can Dündar'ın Suruç saldırısı sonrası IŞİD üzerinden devleti suçladığı paylaşımına Yıldıray Oğur, 10 soruyla karşılık verdi.


Can Dündar provokatörüne 10 maddelik zor soru

Kobani'ye gitmek isteyen Sosyalist Gençlik Derneği üyesi 300'e yakın gencin toplandığı kültür merkezinde yaşanan patlamada 30 kişi hayatını kaybederken, 100'den fazla kişi de yaralandı.
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Can Dündar, Twitter hesabından saldırıda sorumluluğun MİT ve hükümette olduğunu savundu:
-"MİT'in IŞİD'e bomba ve eleman taşıdığını belgeledik, suçlu ilan edildik. Suruç,AKP'nin ve MİT'in Suriye ve IŞİD siyasetinin kanlı meyvesidir."
Türkiye Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, Can Dündar'ın bu tweet'ine 10 maddelik sorularla karşılık verdi:
-"Can Bey, Türkiye'nin IŞİD'e bomba ve eleman taşıdığıyl a ilgili 'belgeler'inizden birini görebilir miyiz?"
-"MİT tırlarıysa, ihbarı yapan jandarma çavuşu bile ne IŞİD'den ne de başka bir örgütten bahsediyor."
-"IŞİD adı, soruşturmanın hiçbir yerinde geçmiyor."
-"Tırların Kaide'ye gittiğinin ilk yazıldığı arama tutanağının altında imzası olan üsteğmen 'Kim ekledi bilmiyorum' diyor."
-"Üsteğmen ve Adana Jandarma İstihbarat Müdürü ifadelerinde 'Kim ekledi bilmiyoruz' demişler."
-"Tırların (o da IŞID'e değil) El Kaide'ye gittiğine en 'güçlü' delil savcılığa gelmiş şu email."
-"MİT tırlarıyla ilgili haberinizde silahların IŞID'e gittiğini yazmayı siz de unutmuşsunuz."
-"(Yoğun istek üzerine) Tırları durduran, tutuklu savcı bile tutanağında IŞİD ya da Kaide dememiş."
-"Delilleriniz bunlar değildir herhalde! (IŞID dediğiniz bayrak can düşmanları İslami cephenin)"
***
-"O halde geriye iki seçenek kalıyor: Ya elinizdeki belgeleri saklıyorsunuz ya da yalan söylüyorsunuz!"
-"Korkunç bir katliamın yaşandığı bir gün bu yalanı tekrarlamaya da gazetecilik değil provokatörlük denir!