Konsolosluk mahkemeleri


1888 yılında, Osmanlı Devleti'nin Şam vilayetinde jandarmalar bir katil zanlısı ve arkadaşlarını yakalamak isterler. Abdurrahman ismindeki şahıs yakalanır, ancak yanındaki 3 arkadaşı Fransa'nın Şam konsolosluğuna kaçarlar. Zanlılar, yanlarına konsolosluk çalışanlarını da alarak dışarı çıkarlar, hem arkadaşlarını kurtarır, hem de Jandarmaları konsoloslukta alıkoyarak darp ederler. Fransa Konsolosu cinayet zanlılarına sahip çıkar. Hadise, İstanbul ile Paris arasında küçük çaplı bir krize sebebiyet verir. Fransa, konsolosunun haklı olduğunu savunur ve var gücüyle korur.

Bir başka hadise 1905 yılında Muş'ta yaşanır. Jandarmanın, 2 Ermeni şüpheliyi sorguladığını öğrenen Fransa'nın Van Konsolosu Rupen, yetki sınırlarını aşarak, Van dışına çıkarak Muş'a gelir, karakolu basar ve zanlıları alıp dışarı çıkarır. Fransa, Osmanlı Devleti'nin şikayetlerini dikkate almaz, konsolosunun arkasında durur.

Kapitülasyonlarla birlikte Osmanlı vilayetlerindeki konsoloslara sınırsız imtiyazlar sağlanmıştı. Erzurum, Maraş, Elazığ, Van, Diyarbakır, Antep, Adana, Halep, Şam, Beyrut ve daha nice Osmanlı vilayetinde, başta Fransa, İngiltere ve Rusya olmak üzere bir çok ülkenin konsolosları görev yapıyordu. Bu konsoloslar diplomasiyle hiç ilgilenmiyor, tamamen siyasi faaliyet yürütüyorlardı.

Hristiyanların örgütlenmesi, Ermenilerin katolikleştirilmesi, Ermeni çetelerine maddi destek sağlanması, Yahudilerin kayrılması, Dürzilerin öldürülmesi, bazı Arap kabilelerinin isyana teşvik edilmesi konsolosların aleni faaliyetleriydi. Bir yandan istihbarat toplayıp casusluk yapıyor, diğer yandan da Osmanlı halklarını, gerektiğinde açıktan para vererek isyana hazırlıyorlardı.

Bundan daha da vahimi, kapitülasyonlarla, konsoloslara yargılama yetkisinin verilmiş olmasıydı. Yabancıların kendi aralarındaki davalarına konsolosluk mahkemeleri bakıyordu. Ancak bu mahkemeler yetkilerini aşıyor, Osmanlı vatandaşı ile yabancılar arasındaki davalara da bakıyor; hatta Osmanlı vatandaşı, Yahudi, Hristiyan, Ermeni, isyancı Müslüman ise, onu yabancı gibi gösterip davaları sahipleniyorlardı. Bu mahkemelerde elbette Osmanlı Devleti ve Müslümanlar aleyhine kararlar veriliyordu.

Kapitülasyonlar, yani ecnebilere tanınan ticari, siyasi, askeri ve hukuki imtiyazlar 1923 yılında Lozan Antlaşma'sıyla kaldırıldı.

Ya da biz öyle zannettik ve zannediyoruz.

Yaşadıklarımızın nasıl 100-150 yıl öncesiyle tıpa tıp benzeştiğini, kapitülasyoncu müstemleke zihniyetinin, ecnebi diplomatların zihninde nasıl hala diri olduğunu anlamak için Can Dündar vakasına bakmak yeterli.

17/25 Aralık Darbe Girişimi başarılı olsaydı, Tayyip Erdoğan, “Dönemin Başbakanı” olarak yargılanacaktı.

Paralel Yapı, Türkiye'deki yargılamanın yanında, Erdoğan'ı uluslararası bir mahkemeye, Lahey'e de taşımayı planlamıştı. Bunu sağlamak için senaryo yazmak ve düzmece delil üretmek zaten Paralel Yapı'nın uzmanlık alanıydı.

MİT Tırları operasyonu, işte bu kurgu ve düzmece delilleri oluşturmak için planlandı. MİT, Emniyet İstihbarat, Jandarma ve yargı içindeki Haşhaşiler, bu kurgu için harekete geçirildiler. Kurgunun algı operasyonu ise Fetullahçı Cumhuriyet Gazetesi ve onun yöneticilerine ihale edildi.

Erdoğan bu çirkin kumpası bozdu, Haşhaşilerin inlerine girildi; bu kapsamda Fetullahçı Can Dündar da, casusluk gibi son derece ciddi bir suç isnadıyla gözaltına alındı.

İşte tam bu aşamada, kapitülasyonlarda verilen imtiyazlarının devam ettiğini zanneden diplomatlar devreye girdi. Türkiye aleyhine Batı'da başlayan kara kampanyaya, içerde de tam destek sağlandı.

Sözcüler, büyükelçiler, konsoloslar, “adamlarının” serbest bırakılması için, tıpkı kapitülasyonlar dönemi Osmanlısında yaptıkları gibi Türkiye'ye baskı yapmaya başladılar.

Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasa Mahkemesi, tıpkı Twitter kararında olduğu gibi, son derece tartışmalı bir şekilde Can Dündar'ı Muş Jandarma Karakolu'ndan (affedersiniz, hataen yazmışım, düzeltiyorum) Silivri Cezaevi'nden çıkardı.

Tutuksuz yargılanan Can Dündar'ın geçen hafta yapılan ilk duruşması ise ecnebi konsolosların, son derece tabii olarak da CHP ve HDP'nin gövde gösterisine dönüştü.

İnanıyoruz ki mahkeme, Türkiye Cumhuriyeti'nin hiçbir mahkemesinin imtiyazlı “Konsolosluk Mahkemesi” olmadığını tüm dünyaya bir kez daha cesaretle ilan edecektir.

Cumhurbaşkanı bunu zaten şu sözleriyle dünyaya hatırlattı:
“Siz kimsiniz ya? Sizin ne işiniz var orada? Burası senin ülken değil, Türkiye. Sen konsolosluk binası ve konsolosluk sınırları içinde hareket edebilirsin. Diğerleri izne tabidir.”

Lozan'la birlikte bir defterin kapanıp yeni bir defterin açıldığına inananlar, gerçekten vahim bir hata yapıyorlar. Siz kapandı deseniz de, Can Dündar vakası da son bir örnek olarak gösteriyor ki, o defter kapanmıyor.

Sykes-Picot Gizli Antlaşması da, Sevr de, Mondros da Türkiye düşmanlarının hayallerini süslemeye devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, bu hayalleri deşifre ettiği, Türkiye'ye biçilen dar elbiseye itiraz ettiği, müstemlekeci zihniyeti, daha da ileri gidip “Dünya 5'ten Büyüktür” diyerek küresel sistemi sorguladığı için hedef yapılıyor.

Yaşadığımız süreç alelade bir süreç değil, tam anlamıyla bir İstiklal ve İstikbal mücadelesi süreci.

Kendi adamlarına, casuslarına bu kadar aleni ve cüretkar şekilde sahip çıkanlar karşısında en az onlar kadar cesur olmamız gerektiğini bu vesileyle tekrar hatırlatmış olalım.


Aydın Ünal

Üşüttüler


Kuzey Irak'la petrol anlaşması yapmış, ABD ve İngilizler'in canını fena halde sıkmıştık. Türkiye'de kimsenin anlaşmadan haberi yoktu henüz. Erdoğan o dönemde ABD'ye giderken İngiliz Reuters muhabiri nasıl olduysa duymuş ve havaalanında "Bu anlaşma doğru mu?"diye sormuştu. Erdoğan da "Evet ama diklenenler var" demişti.
Onun için Gezi ile, 17 Aralık'la darbe girişiminde bulundular.
Halkın yarısından oy alarak ezici üstünlükle iktidara gelen Erdoğan'ı indirmek istiyorlardı.
Rahatsızlardı, 100 yıldır "Emredersiniz" diyenlerle Ankara'yı yönetiyorlardı.
Bankaları boşaltıyorlar, batırıyorlar, milyar dolarlarımızı götürüyorlardı.
IMF'den adamlarını "KURTARICI" diye gönderip omuzlara aldırıyorlar, bizi türbanla uğraştırıp, dışarıya kör ediyorlardı. IMF elemanları bile bir gecede bu ülkede kanunları değiştirecek kadar kudretliydiler. MİT'in maaşları CIA'dan geliyor, istihbaratımız MOSSAD'a çalışıyor, siyasetçilerimiz, medyamız, aydın görünümlü yazarlarımız Amerikancı, İngilizci, Almancı diye bölünüyordu. Köşelerinden kalemleri ile Ankara'ya istediklerini yaptıranlar, Washington'da, Londra'da, Berlin'de kurslarda eğitiliyordu. Yabancı vakıflardan, hatta yabancı internet sitesi yazarlığından bile banka hesaplarına maaş yatırılanlar vardı ülkemizde. Hala da var. Nitekim ABD başkan yardımcısı Dick Cheney Türkiye'ye geldiğinde seçilmiş gazeteci, yazarlara özel bir parti vermişti. O partiye çağırılanlar arasında Washington çıkarları için yayın yapan internet sitesinde yazarlık yaparak maaş alan Türkler de vardı. Batı sistemini, borç para ve maaş yöntemi ile muhteşem organizasyona çevirmişti. 13 yıldır farklı bir Ankara çıktı karşılarına. Washington'da, Londra'daki gazeteler onun için geçtiğimiz hafta bile Erdoğan'a saldırıp "Öngörülemez, ne yapacağı belli olmayan bir lider" diye yazıyorlar. Ağlama duvarına dönmekte sonuna kadar haklılar. Çünkü geçmişte bu ülkeyi yönetenlerin, daha masaya oturmadan "Peki" diyeceği çok rahat öngörülebiliyordu.
Şimdi bırakın oturmadan önce, oturduktan sonra bile ülke çıkarlarına ters bir durumda gerekirse masayı deviren bir lider var karşılarında. "Peki" demiyor Erdoğan. Bu durum çıldırtıyor adamları. 100 yıllık bir alışkanlık masaların altında sürünüyor. Onun için PKK, tıpkı Avrupa, ABD'deki Neoconlar, bizim muhalefet, paralel ve sol gibi düşünüyor,"Hedefimiz Erdoğan'ı indirmek" diye gururla İngiliz Times gazetesine demeç veriyor. Onun için Pensilvanya, Ankara'ya terör saldırısı olduğu dönemde Rus gazetesine "Türkiye terörist Devlet" imasında bulunuyor. Türkiye 7 düvele karşı 7 cephede BAĞIMSIZLIK savaşı veriyor. "Peki" demeyene bu defa terörle darbe yapmayı deniyorlar. Şöyle bir hatırlayın... Erdoğan Somali'ye, Türk mallarını Afrika ve Asya'ya ihracatı için altın değerinde limanı almaya gitmeye kalktığında ne olmuştu? Daha yola çıkmadan geçeceği güzergahta bombalı saldırı yapılmamış mıydı? Almanya'ya gittiğinde, Okmeydanı karışmamış mıydı?
Bir ay önce Azerbaycan ile TANAP doğalgaz projesi için Bakü'ye gitmeye kalktığında Ankara'da bomba patlamamış mıydı? İkinci kez imza için Bakü'ye gitmeye hazırlanırken yine Ankara'da PKK maşaları devreye sokuldu. TANAP Rusları deli eden bir projeydi. Ancak bundan rahatsız olan başkaları da vardı. Onları da sevgili Taha Dağlı deşifre ediyor ve bakın ne diyor; "Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı 11 ortaklı projeydi. Türkiye'nin payı sadece yüzde 6.5'tu. En uzun güzergah Türkiye'den geçmesine rağmen hem de. Petrolün sahibi Azerbaycan'ın payı ise sadece yüzde 25'ti. Peki kaymağı kimler yiyordu? Yüzde OTUZLUK payla İNGİLİZLER ve yüzde 14 ile ABD." Peki Azerbaycan petrollerinde durum bu, TANAP doğalgaz projesinde ise ne? Sıkı durun... "Türkiye yüzde 30 paya sahip... İngilizler ise yüzde 12'ye düştü." EnSonHaber.com Yaşar Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tutan'ın açıklamalarını yayınladı. "Ekonomiye son 30 yıllık terörün maliyeti resmi açıklamaya göre 1,2 trilyon dolar; yani yıllık 40 milyar dolar yapıyor. Bu da son yıllarda verdiğimiz yıllık cari açık tutarına denk bir meblağ ediyor." Ve ekliyor, "Otellerimizin 10 milyar dolar, esnafın 25 milyar dolarlık kaybını da göz önüne alırsak yıllık 35 milyar dolar." Yani yılda toplam 75 milyar dolar kaybetmesek uçacağız... Bağımsız, BÜYÜK TÜRKİYE'nin ayak sesleri üşütüyor adamları... Onun için maşalarla sobayı karıştırıp ısınıyorlar.


Bekir Hazar

Julian Assange ve Can Dündar




Şunu hatırlatarak başlayayım: Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliye edilmeleri gerektiğini, tutuklanmalarının hem yanlış hem de MİT TIR’ları davasının özünün tartışılmasını engelleyen bir karar olduğunu, iddianameyi zayıf ve zorlama bulduğumu başından beri söylemiş bir gazeteciyim. Tahliye edilmelerine sevindim, bunu tahliyelerinden birkaç saat önce NTV canlı yayınında da ifade ettim. Ancak simsiyah ya da bembeyazlar diyarı olan ülkemde bunları söylemek şunları da söylemeye engel olmamalı: 

Can Dündar maksatlı bir habere imza attı. Bir haber de değil, paralel yapıdan temin ettiği birçok haberi defalarca ve sistematik olarak yaptı. Anayasa Mahkemesi’nin haklı olan tutuksuz yargılanma kararı bu gerçeği değiştirmez! Türkiye’nin IŞİD’e silah taşıdığı iddiası cemaatin önce medya, sonra da Emniyet ve Jandarma kadroları üzerinden yaydığı bir iftiraydı. Bu gün IŞİD’e karşı koalisyonun bir parçası olan, daha da ötesi, IŞİD’in açık hedefi olan Türkiye’yi hâlâ böyle bir iftiraya maruz bırakmak mı ‘zehirlenmeden çıkmanın’ bir parçası?    
Can Dündar’ın tutuklanması ve salıverilmesi bahsinde sıklıkla Julian Assange’a ve Wikileaks’e atıf yapılıyor. Ancak gördüğüm kadarıyla konuyla ilgili ya kafa karışıklığı ya da bilgi eksikliği var. Neydi Wikileaks hikâyesi ve bunun Can Dündar olayıyla bağlantısı nerede? 

Wikileaks’te neler olmuştu?
2009’da Irak’ta görev yapmaya başlayan asker Bradley Manning sivillerin vurulduğunu gösteren bir videoyu Julian Assange’a gönderiyor. Assange görüntüleri yayınlayınca hakkında soruşturma açılıyor. Bu arada Manning elindekileri hacker Adrian Lemo’ya da gönderiyor. Lemo görüntülerden panikliyor ve onu ele veriyor. Bunun üzerine Manning tutuklanıyor. Tutuklanmasından sonra Guardian’dan Nick Davies Julian Assange’a ulaşıyor ve elindekileri Guardian ve New York Times’ta yayınlamasını teklif ediyor. O sırada Assange’ın elinde 390 bin gizli askeri belge var. Anlaşmayı yapıyorlar. Ancak Guardian, Ny Times ve Spiegel belgelerdeki isimleri gizlerken Assange kendi sitesinde olduğu gibi yayınlıyor. Tarih 25 Temmuz 2010. 
90 bin belgeden 75 bini yayınlanıyor. İçlerinde geçen 100 isim Wikileaks sitesinde sansürsüz yer alıyor. Ve böylece askerler ve ABD müttefiklerinin can güvenliği tartışması başlıyor. ‘Wikileaks’in eline kan bulaştı’ tezi yaygınlaşıyor. Beyaz Saray bu iddiayı yüksek sesle dillendirerek Assange’ı hedef almaya başlıyor. Şu tesadüfe bakın ki (!) tam bu sırada yani Ağustos 2010’da İsveç mahkemesi Assange hakkında 2 ayrı taciz ve tecavüz suçlamasıyla tutuklama kararı çıkarıyor. Bunun üzerine Assange Londra’da izini kaybettiriyor. Bütün bunlar ilk perdenin gelişmeleri... Gelelim 2. perdeye:
Afganistan’la ilgili belgeler yayınlandıktan 3 ay sonra, 22 Ekim 2010’da, bu kez Wikileaks Irak ile ilgili 400 000 belge yayınlamak için kolları sıvıyor. Bu defa gönüllü bir redaksiyon grubu kuruluyor. Bu belgelerde ABD’nin elindeki Iraklı esirlere işkence yaptığı var ki bu, Cenevre sözleşmesine göre savaş suçu demek! 

Ve 3. perde
28 Kasım 2010’da bu kez de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gizli birçok belgesini yayınlıyor Wikileaks. O belgeler ise TunusMısırLibya liderlerinin yolsuzluklarını ortaya koyan belgeler! Böylece Arap Baharı’nın fitili ateşleniyor. 
Tüm bunların üzerine Amerika’da çok sert bir kampanya baş gösteriyor. Wikileaks’ten terör örgütüdür diye bahseden senatörler çıkıyor. (Cumhuriyetçi Senatör Candice Miller) Temsilciler Meclisi eski başkanlarından Newt Gingrich ‘Assange’a düşman askeri muamelesi yapmamız lazım’ diyor. Televizyon tartışmalarında ise doz iyice artıyor. Mesela Tom Flanagan adında bir akademisyen Assange’ın öldürülmesine izin verilmesi hatta gerekirse insansız hava aracı kullanılması gerektiğini söylüyor! 10 Aralık 2010’da Assange Londra’da teslim oluyor ve tutuklanıyor ancak kefaletle serbest bırakılıyor. Bu aşamadan itibaren belgeleri verdiği Ny Times’la ve medyanın geri kalanıyla arası açılıyor. Giderek agresifleşiyor ve paranoyaklaşıyor. Sonunda Ekvador Devlet Başkanı’ndan sığınma talep ediyor ve halen bulunduğu Londra’nın Ekvador Büyükelçiliği’ne sığınıyor. 
Kısacası, ABD’de devlet çok daha sinsi ve derin. Assange hakkında ilk aşamada bir soruşturma başlasa da bu belgelerle ilgili bir suçlama yöneltilmiyor. Basın özgürlüğüne gölge düşmesin diye dava açılmıyor ama dört bir koldan sıkıştırılarak hayatı dar ediliyor. (Bunlar olanlar, bizde de böyle olsun diye değil, orayı başka türlü anlatanlara gerçeği hatırlatmak için yazıyorum-na) Öte yandan, belgeleri Assange’a gönderen asker Manning önce Kuveyt’te 2.5 ay bir hücrede tutuluyor, sonra halen bulunduğu Virginia’ya getirilip 1 yıl daha hücre hapsine alınıyor. Uykusuz ve çıplak bırakılarak işkenceden geçiriliyor. Ordu tarafından 22 ayrı suçla itham ediliyor ve mahkemeye çıkmak için 3 yıldan fazla hapiste bekliyor. 


Can Dündar provokatörüne 10 maddelik zor soru



Gazeteci Can Dündar'ın Suruç saldırısı sonrası IŞİD üzerinden devleti suçladığı paylaşımına Yıldıray Oğur, 10 soruyla karşılık verdi.


Can Dündar provokatörüne 10 maddelik zor soru

Kobani'ye gitmek isteyen Sosyalist Gençlik Derneği üyesi 300'e yakın gencin toplandığı kültür merkezinde yaşanan patlamada 30 kişi hayatını kaybederken, 100'den fazla kişi de yaralandı.
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Can Dündar, Twitter hesabından saldırıda sorumluluğun MİT ve hükümette olduğunu savundu:
-"MİT'in IŞİD'e bomba ve eleman taşıdığını belgeledik, suçlu ilan edildik. Suruç,AKP'nin ve MİT'in Suriye ve IŞİD siyasetinin kanlı meyvesidir."
Türkiye Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, Can Dündar'ın bu tweet'ine 10 maddelik sorularla karşılık verdi:
-"Can Bey, Türkiye'nin IŞİD'e bomba ve eleman taşıdığıyl a ilgili 'belgeler'inizden birini görebilir miyiz?"
-"MİT tırlarıysa, ihbarı yapan jandarma çavuşu bile ne IŞİD'den ne de başka bir örgütten bahsediyor."
-"IŞİD adı, soruşturmanın hiçbir yerinde geçmiyor."
-"Tırların Kaide'ye gittiğinin ilk yazıldığı arama tutanağının altında imzası olan üsteğmen 'Kim ekledi bilmiyorum' diyor."
-"Üsteğmen ve Adana Jandarma İstihbarat Müdürü ifadelerinde 'Kim ekledi bilmiyoruz' demişler."
-"Tırların (o da IŞID'e değil) El Kaide'ye gittiğine en 'güçlü' delil savcılığa gelmiş şu email."
-"MİT tırlarıyla ilgili haberinizde silahların IŞID'e gittiğini yazmayı siz de unutmuşsunuz."
-"(Yoğun istek üzerine) Tırları durduran, tutuklu savcı bile tutanağında IŞİD ya da Kaide dememiş."
-"Delilleriniz bunlar değildir herhalde! (IŞID dediğiniz bayrak can düşmanları İslami cephenin)"
***
-"O halde geriye iki seçenek kalıyor: Ya elinizdeki belgeleri saklıyorsunuz ya da yalan söylüyorsunuz!"
-"Korkunç bir katliamın yaşandığı bir gün bu yalanı tekrarlamaya da gazetecilik değil provokatörlük denir!