Müslümanların Birliği Ütopya mı?


Dünya gündemini meşgul eden mevzuların en başında terör ve mülteciler meselesi geliyor. Ve bu iki konu direkt olarak İslam ülkelerini ilgilendiriyor. Dünya nüfusunun %23’ünü, 1.6 milyar ile Müslümanlar oluşturuyor. İslam’ın yayılış hızı bu şekilde devam ederse, 2070’de Müslüman nüfusun, şu anda 2.2 milyar olan Hıristiyan nüfusu dahi geride bırakacağı öngörülüyor. Böylesine geniş potansiyele sahip bir dünyadan söz ediyoruz. Fakat ne yazık ki, Müslümanların adının dünya genelinde yan yana geldiği konu terör. Bir avuç radikal ve şiddet yanlısı grup, 1.6 milyar Müslümanın dünyadaki algısını belirliyor. Terör ve İslamofobi dışında İslam ya da Müslüman kelimesinin bu derece sıhrıyet kurduğu başka bir kavram yok.

İslam ülkelerinin çoğu, geri kalmışlıklar, antidemokratik uygulamalar ve baskıcı rejimlerle kuşatılmış durumda. Önemli bir kısmı kadim medeniyet havzaları ve zengin yeraltı kaynakları üzerinde bulunmasına rağmen, bunları temsil etme ve yönetme kabiliyetinden yoksun. Çoğu, fikren ve fiilen Batı’ya teslim olmuş durumda.
Yöneticilerinin bir bölümü, halkla mesafeli elitler olarak saltanatlarını sürdürüyor. Çoğu küresel güçlere bağımlı liderler. Ülkelerini adeta sömürgeci bir mantıkla yönetmeye devam ediyorlar.
Böyle bir ortamda, Müslümanlar arasındaki dayanışma ve işbirliği de minimum düzeyde. Intra-faith, yani inanç içi dayanışma konusundaki çaba yeterli değil. Dinlerarası diyalog çalışmalarının yaygın olduğu bir dünyada aynı dinin mensupları arasında sağlam bir diyalogun, işbirliğinin olmaması, bu yönüyle bir akıde problemine de işaret ediyor. Zira “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin (Hucurat/10)” şeklinde bir buyruğun muhatabı Müslümanlar. 1.6 milyar insan, “Mü’minin mü’mine karşı durumu yekpare bir binayı meydana getiren, perçinlenmiş kayaların birbirlerine karşı durumu gibidir” diyen ve dayanışmayı öğütleyen bir Peygamber’in takipçisiyken, sorunlara çözüm üreten, etkin bir mekanizma yok.
İslam dünyasını ilgilendiren sorunlar karşısında bir araya gelebilen en büyük kuruluş, 1969 yılında ihdas edilmiş olan İslam İşbirliği Teşkilatı. Dünyada Birleşmiş Milletler’den sonra en fazla üyeye sahip olan topluluk. Teşkilatın resmi amacı ‘İslam dünyasının hak ve çıkarlarını korumak, üye devletler arasında işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmek’. 57 üyesi olan kuruluş, Arap, Asya ve Afrika coğrafyalarında dönüşümlü olarak üç yılda bir devlet ve hükümet başkanları düzeyinde toplanıyor.
Bu yıl da 14-15 Nisan tarihlerinde İstanbul’da toplanacak. Böylece İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanlığı iki yıl boyunca Türkiye’ye geçecek. Türkiye’nin dünya Müslümanlarının sorunları karşısındaki proaktif tutumunun, teşkilatın önümüzdeki iki yıllık faaliyetlerini de etkilemesi bekleniyor. İslamofobi başta olmak üzere pek çok konuda yeni yaklaşımlar, yeni çözüm önerileri gerekiyor. Türkiye mevcut yapıyı iyi çalıştırır, etkili bir vizyon ortaya koyarsa bu büyük bir imkan. Ki, zaten Türkiye’den de bu bekleniyor.
Müslümanlar her namazlarında İslam ümmetinin birlik ve beraberliği için dua ediyorlar. Camiler bu niyazlarla inliyor. Fakat bu kavli duanın fiili duayla desteklenmesi asıl önemli olan. Müslümanların birliği ancak İslam ülkelerinin güçlü bir irade koymasıyla mümkün olur. Aksi halde bir ütopya… Elbette bu birkaç nesli kapsayan uzun vadeli bir hedef. Fakat ilk adımın atılması ve özellikle gençliğin bu hedefe kilitlenmesi önemli. Türkiye’nin dönem başkanlığı, tüm bu grupları harekete geçirmek bakımından bir şans.

H. HÜMEYRA ŞAHİNhttp://akademikperspektif.com/2016/04/13/muslumanlarin-birligi-utopya-mi/

Kudüs düşmesin diye 25 bin şehit verdik...



2003 yılında Irak işgal edilmiş, Birleşik Batı Ordusu Mezopotamya'nın kalbine yerleşmiş, Müslüman dünyayı çevrelemeye ve kontrol etmeye dönük yeni bir proje, yüz yıl sonra devreye sokulmuştu. Batı ordularının geçtiği, işgal ettiği, çatıştığı, katliam yaptığı her şehir, her kasaba, her köy hafızamızın parçasıydı. Haber bültenlerinde geçen yer isimlerini okuyunca derin bir hüzün duyuyorduk.

Mesela Bağdat alev alev yanarken bizler ateşler içindekıvranıyorduk. O günlerde, “neden kimse Kut-ul Amare zaferini hatırlamaz” diye yazılar yazdığımı hatırlıyorum. Doksan yıl önce yaşanan çok büyük bir zaferin hafızalarımızda hiçbir yeri yoktu. Kimse yazmıyor, hatırlatmıyordu. Sanki beş yüz yıl önceki bir tarihtensöz ediyorduk. Irak'ın işgal edilmesi, “Kut” isminin haber bültenlerinde geçmesi bile bizi uyandırmıyordu.

Çanakkale bile kitaplardan çıkarıldı

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa olmasaydı, belki Çanakkale zaferini de hafızalarımızdan sileceklerdi. Yıllarca Anzak haberleriyle üstü örtülen bu büyük zaferin gerçek mahiyetini bile yeni yeni kavrıyoruz. Kut-ul Amarezaferi hafızalarımızdan silinmişti ama Çanakkale'yi bir şekilde bugünlere taşıyabilmiştik.

29 Nisan 1916'dan tam yüz yıl sonra, Kut-ul Amare zaferi üzerine yapılan yayınlar işte bu yüzden çok güçlü hafıza tazelemesidir. Böyle güçlü vurgularla gündeme getirilmesinin özel bir anlamıvardır. Son yirmi yılda, son on yılda, aslında yapmaya çalıştığımız her şey, giriştiğimiz her mücadele, yüzleştiğimiz her kriz bu özel anlamla bağlantılıdır.

Hepsi Türkiye'yi durdurma çabası

Bir meydan okuma, bir hafıza tazeleme, kendini yeniden kurma,bağımsız güç olma hesaplarımız söz konusudur. Yaşananların yüz yıllık istiklal savaşının son aşaması olarak nitelememiz bundandır. “Son Kurtuluş Savaşı” dememiz bu yüzdendir. Türkiye'nin devlet aklının, siyasi aklının, gücünün ve perspektifininhedef alınması, milletimizin hayallerinin yok edilmesi girişimleri de bu yüzdendir.

On üç yılda sayısız darbe girişimlerinin servis edilmesi, Gezi isyanı ile terör üzerinden Türkiye'ye diz çöktürme çabaları, 17 Aralık istihbarat operasyonuyla Türkiye'ye teslim alma projesi hep bu yüzdendir. Bugün öyle bir tarihi kırılmaya tanık oluyoruz ki, bu kritik dönemi atlattığımız anda belki yüzlerce yıl bir daha bu günlere dönmeyeceğiz. Bu yüzden mücadele çok büyüktür ve her alanda devam etmektedir. Bu yüzden ardı ardına saldırılar, müdahaleler, senaryolar devreye sokulmaktadır.

Dördüncü “şok”a izin vermeyeceğiz

Terör üzerinden işgal girişimlerine “müttefiklerimizin” açıktan destek vermesi de bu yüzdendir. Biz Türkiye'yi yeniden kurmaya,vesayetten kurtarmaya çalışırken onlar Türkiye'yi durdurmak için saldırılarını daha da güçlendirmektedir. Aslında yüz yıl önce, Kut'ta, Çanakkale'de verdiğimiz savaşlarda, karşımızda duran ittifak kadar yaygın bir ittifak söz konusudur.

Bin yıllık tarihimizde yaşadığımız üç büyük 'şok'tan sonra dördüncü şok dalgası bizi sarmadan, sarsmadan, tasfiye etmeden bu mücadeleyi kazanmak zorundayız. Coğrafyamızı, tarihimizi, kendimizi, ortaklarımızı, benliğimizi keşfetmek buna göre kendimizi ve ülkemizi yeniden kurmak zorundayız. Bu büyük mücadele verilirken, çok uluslu müdahalelere direnmeye çalışılırken,içeride üç beş parazitin çıkar hesapları, onlarca yıldır vesayetin içerideki uzantıları bize engel olmamalı.

Kudüs için 25 bin şehit verdik

Coğrafyada harita taslakları elden ele dolaşırken, dışarıdan gelen tehditleri savuştururken içeriden vurulmak çok büyük talihsizlik olacak. Bu yüzden de içeriden saldırıların her geçen gün daha da yoğunlaştığını görüyoruz. Bu saldırılarda görev alan, onu normalleştiren herkes bu ülke için tehdittir, tehlikelidir, bu büyük mücadelenin karşısındadır. Onlar açıktan bir dış tehdit olarak değerlendirilmelidir.

2016 Kut zaferi üzerinden bir hafıza tazelemeyse önümüzdeki yılı da Gazze Savaşları'nın yüzüncü yıl dönümüdür. Bu tarihi de, o savaşları da, büyük çoğunluğumuz hatırlamayacaktır. 99 yıl önceki bu mücadele bize yüzlerce yıl önce olmuş gibi gelecektir. AmaKudüs için verdiğimiz 25 bin şehidin torunları olarak oralarda neler yaşandığını gün gün hatırlamak boynumuzun borcudur. Çünkü sadece Kudüs'ün savunmasında 25 bin şehit verdik.

Bandırmalı Ömer, Ödemişli Kazım..

“Saat altıya çeyrek kala Yüzniye üzerinden geçen bir düşman tayyaresinden Ahmet Çavuş komutasındaki topa tam bir isabet söz konusu oldu. Kozandağlı Mehmet, Bandırmalı Ömer, Ödemişli Kazım, Lüleburgazlı Halil şehit oldukları gibi, Marangoz Abdullah, Kilisli Mustafa ağır yaralı olarak tahliye arabalarına nakledildi ve Meske'deki bölüğe ulaştırıldı. İşte bugünün sabahı sekiz arslan neferin elimden alınmasıyla başladı. Şimdi her tarafta bir musalib harb var. Bakalım… İstikbal… (Piyade Topçu çavuş Mehmet Hüseyin. Saat 06: 50.”

1917 Gazze Savaşları'ndan bir not bu. Böyle yüzlercesi var. Şarkı sözleri, ağıtlar, şiirler, askeri değerlendirmeler, siyasi analizler ve daha bir çok şey. Anadolu çocuklarının binlerce hatırası var. Bu tarih de bu hafıza da bizim. Gazze'den Kudüs'e nasıl gidildiği, köy köy, tepe tepe ne tür çatışmaların yaşandığına dair her şey. Ne kadarını biliyoruz?

İngilizlerin cephe notları

15 Eylül 1917: Tabur Bombay'dan “Keşmir” adlı savaş gemisiyle yola çıktı. 27 Eylül'de Süveyş Kanalı'na ulaşıp karaya çıktık. Aynı geceKantara'ya ulaştık. 27 Ekim: Bila'dan 10 mil mesafedeki Mes'un Vadi'ye yürüyoruz. Düşman hendekleri bizden bin beş yüz yarda uzaklıkta, onun önünde de Türklerin keskin nişancılarıbulunuyordu.

28 Ekim: Sabah 3-4 civarında düşman hendeklerine ağır bombardıman başladı. Aslında o mevzileri ve Gazze'yi bir haftadır bombalıyorduk. 6 Kasım: Gece 11'de Gazze'ye saldırmak üzere hendeklerimizin önünde mevzi aldık. Hill'deki üç kampı ele geçirdik.

9 Nisan 1918: Tümenler şafak vakti hattın ortasındaki düşman mevzilerine saldırdı. Rafet, El Kefr ve Barukin köyleri hedef alındı.Ciddi mukavemetle karşılaştık. Barukin köyünü üç kez alıp kaybettik. Hücumun ilk safhasını sabah 8'de tamamlamalıydık ama ağır çarpışmalar öğleden sonra 3'e kadar devam etti. Topçularımızın hedefleri tepelerdeki düşman (Türkler) makineli tüfekleriydi. İlerleme sağlayamadık. Başarısızlığımızın iki sebebi: Topçu desteğimizin yeterli olmaması. Düşman mukavemetinin çok güçlü olması…

“10 Mayıs 1918: Türkler tarafından çok ağır bombardımana tutulduk. 22 Mayıs: Türkler yine ön mevzilerimizin ağır bombardımana tuttu. 13 Temmuz: Türklerin yoğun bombardımanı bir buçuk saat sürdü. Ardından hücuma uğradık. Türkler Almanlarla birlikte Rafet'te 3 bin batarya ateşledi….”

Bunlar da İngiliz subaylarının cepheden tuttuğu notlardan çok az bölümler.

Yeni bir 20. yüzyıl yaşamayacağız!

1917 Gazze Savaşları, Kanal muharebesi, ardından Kudüs'ün düşmesiVe tarih değişiyor. Neler yaşandı, bu savaşlar dünyayı nasıl değiştirdi? Anadolu'nun işgaline kadar varan bu süreç sonrasında 20. yüzyıl boyunca kendimizi korumayı başardık.

O yüzyıl bitti. Biz bunu farkettiğimiz anda topyekun saldırılar yeniden başladı. Şimdi, yeniden yükselişin, yeniden varoluşun, coğrafyaya bir şeyler söylemenin, tarihin akışını değiştirmenin tartışıldığı bir dönemdeyiz. Bir yirminci yüz yıl daha yaşamayacağız, yaşamamalıyız.

Bir daha asla…

Bugün bölgemizde, ülke içinde verilen mücadele budur. Hafızamız yoksa siz de olmayacaksınız. Kut-ul Amare ile başlayıp, Anadolu çocuklarının bütün coğrafyada neyin mücadelesini verdiğini keşfetmek, hatırlamak zorundayız.

İşte bu yüzden, kimin nerede durduğuna dikkat edin! Dışarıdaki saldırılar kadar içerideki zaaf alanlarına, zayıflatma girişimlerine dikkat edin. Mısır senaryosuna, Ukraynasenaryosuna, Suriyeleştirme çabalarına dikkat edin.

Bir daha asla bu hezimeti yaşamamak için ülkenize, onurunuza, tarihinize, geleceğinize ve bugünkü büyük mücadeleye destek verin.


İbrahim Karagül

Liderler! İstanbul’dan dünyaya bir ses verin..



Müslüman dünya, yeryüzünün ana eksenini oluşturur. Atlantik kıyılarından başlar, Orta ve Kuzey Afrika'yı, genişBatı Asya'nın tamamını içine alır. Bir kolu Orta Asya'ya diğer kolu da Güney Asya'ya devam eder ve bu hat Pasifik kıyılarına kadar uzanır.

Müslümanların yaşadığı topraklar, benim yıllardır ifade ettiğim şekliyleOrta Kuşaksiyasi açıdan, coğrafi açıdan, medeniyet/kültür açısından, imparatorluk haritaları açısından, bugünün küresel sistemine itirazları açısından gezegenin merkezidir.

İnsan gezegeninin merkezi

Semavi dinlerin yurdudur. Coğrafyanın dışında olan, çok uzağında kalan her ülke ve millet bu yüzden kendilerini bu topraklarınmirasçısı gibi görür. Kimlikleri, geçmişleri bu merkezle bağlantılıdır. Kültürel kaynakları, inanç kaynakları bu topraklardır.Bütün imparatorluklar, küresel güçler bu merkeze hakim olmak istemişler, bu merkezdeki güçleri oranında küresel güç olabilmişlerdir. Bu yüzden Müslüman olmayanlar da bu bir aidiyet duygusuyla bu merkeze bağlıdır. Coğrafyamız, insan medeniyetinin merkezidir, evidir.

Sadece güncel değerler açısından baksak bile, sadece son yüzyılla sınırlı baksak bile, sadece son yirmi yılla baksak bile bu böyledir. Merkez hiçbir zaman değişmez. Merkezin sakinleri, sahipleri hep önemlidir ve öyle olmaya da devam edecektir. Geçmişte ve günümüzde insanlığın, ırkların, kültürlerin, çıkarların, güç ilişkilerinin kesiştiği nokta buralardır. Kaynak burasıdır.

İnsanlığın evi burasıdır

Coğrafyaya dikkat edin, haritaya dikkatli bakın. Kara ticaret yolları buradadır. Dünyanın deniz geçişlerinin ağırlıklı bölümü buradadır. Enerji kaynakları buradadır. Bu kaynakları dünyaya ulaştıracak koridorlar buradadır. İstanbul Boğazı'ndan Çanakkale'ye, Süveyş Kanalı'ndan Malakka Boğazı'na kadar,Doğu'nun ve Batı'nın ekonomisini besleyen ticaret yolları bu coğrafyadadır. Trilyonlarca dolarlık ticaret bu koridorlardan yapılmaktadır. Yüz milyarlarca varil petrol, bir o kadar doğal gaz buradadır.

Tarih yapıcı milletler, kadim şehirler, imparatorluk mirasları, siyasi ve entelektüel geçmiş burasıdır. Bir Şamkadar, bir Bağdat kadar, bir İsfahan kadar, bir Semerkant kadar, bir Kahire ya da Konya kadar siyasi geçmişi olmayanların hüküm sürdüğü bir dünyada, insanlığın ata topraklarının bu denli savrulması, kaos fırtınasına tutulması, yokluk ve aşağılanmayla terbiye edilmesi hazmedilir bir şey değildir.

Bu düşmüşlük kader değildir

Bugünün dünyasının en dinamik nüfusunu barındırıyorken, küreseladaletsizliklere tek itirazın, sorgulamanın yükseldiği topraklardanintikam alınması kabul edilebilir bir durum değildir. Bütün kimliklerin çatışmaya dönüştürülmesi, evlerimizin ve zihinlerimizin parçalanmasıetnik ve mezhep kimliği üzerinden ülkelerin istila edilmesi, hemen her ülke için parçalanma senaryolarının uygulanması normalleştirilebilecek bir tehdit değildir.Fakirliğin, adaletsizliğin, refah yoksunluğunun, gelir dağılımındaki dengesizliğin, ekonomik ve askeri zayıflığınanlaşılabilir bir tarafı yoktur.

Dikkat edin, bu geniş coğrafyada tek bir ülkenin bile güçlenmesine izin verilmiyor. Birazcık harekete geçen, ekonomisini düzelten, toplumsal barışını sağlamaya çalışan, siyasi aklını özgürleştiren, ayağa kalkmaya çalışan her ülke ağır saldırılara maruz kalıyor.

Kadim şehirlerimiz direnmeli

Vesayetten kurtulmaya, kendi yolunu çizmeye, geçmişiyle barışmaya, çevresiyle güç birliğine girmeye çalışan her ülke tehdit edilmektedir. Bazılarında askeri darbeler, bazılarında ekonomik krizler, bazılarında toplumsal çatışmalar tezgahlanmakta, o kadim şehirler savaş alanlarına dönüştürülmektedir. Bu şehirler direnemezse coğrafya ve ülkeler direnemez, bunu biliyoruz.

Devletlerimiz gibi, şirketlerimiz de, ordularımız da, kurumlarımız da, sivil toplum kuruluşlarımız da, dini cemaatlerimiz de, medyamız da, üniversitelerimiz de, düşünce kalıplarımız da, zihinlerimiz de vesayet altındadır. Son yüz yılda, çok az ülke bu kalıbın dışına çıkmaya yeltendi. Bazıları kısmen öne çıktı, biraz başarılı oldu.

Ama sonrasında çok büyük yıkımlarla yüzleştirildi. Özgürlükarayışlarımız, demokrasi arayışlarımız, refah arayışlarımız bu yıkım rüzgarlarıyla mahvedildi. Kitlelerin talepleri, arayışları devletler/rejimler üzerinde kurulan baskılarla cezalandırıldı. Bırakın coğrafyanın istikrarını, kendi istikrarı peşinde koşan ülkelerin bile başına türlü belalar geldi.

Bir ses, bir duruş, bir tavır, bir çıkış

Bütün bunlara bakınca, Türkiye'nin nasıl bir mücadele verdiğini,içeride ve dışarıda bu mücadeleye karşı ne tür cepheler kurulduğunu daha net görüyoruz. Yüz yıllık sabrın sona erdiğiniOsmanlı siyasi otoritesinin çöktüğü topraklardan yeni bir yükselişin filizlendiğini, bu yükselişin sadece Türkiye'de değil bütün coğrafyada refaha, adalete, özgürlüğe ve istikrara destek vereceğini biliyoruz. İşte bu yüzden mücadeleyi çok önemsiyoruz. İşte bu yüzden Türkiye'nin neden durdurulmak, susturulmak istendiğini biliyoruz.

Öteden beri, devletlere yönelik denetimin bölgemizdeki ulus-üstükurumlar üzerinde de varolduğunu biliyoruz. 57 ülkenin temsil edildiği İslam İşbirliği Teşkilatı, bu yüzden başarılı olamadı. Irak işgal edildi, sustu. Afganistan işgal edildi, sustu. Suriye kanlı bir savaşa sürüklendi, sustu. Mezhep savaşı tezgahlandı, sustu. Terör bütün bölgeye yayıldı, sustu.

Zirveler yapıldı, konuşmalar yapıldı, organizasyonlar kuruldu, paraharcandı, etkili bir çözüm ortaya konulamadı. Bir ses, bir duruş, bir tavır, bir çıkış sağlanamadı. Bunca enerji, emek yıllarca boşa harcandı. Ya da hiçbir şey yapılamadı. Oysa bu ülkelerin bulunduğu yer, kaos coğrafyası ilan edilmişti.

Tarihten kaçmayın

Özellikle son yirmi yıl, Birinci dünya Savaşı benzeri bir talana, yıkıma sahne oldu. Bırakın yükselişi, istikrarı, refahı, özgürlüğü, varolanlar korunamadı. Sesi gür çıkması gerekenlerin sesi kesildi. Tarih yapması beklenenler tarihten kaçtı.

14 Nisan'da bütün bu ülkeler İstanbul'da toplanacak. Devlet başkanları veya temsilciler biraraya gelecek. Yeryüzünün ana ekseninin yöneticileri oturup konuşacak. Ne diyecekler, ne konuşacaklar, nasıl bir çağrı yapacaklar, ne tür bir çıkış yolu bulacaklar? Ya da bunları yapabilecekler mi?

Demokrasi için, özgürlük için, refah için, sosyal huzursuzluklar için,işgallere karşı, iç çatışmalara karşı, terör örgütleri üzerinden yürütülen örtülü operasyonlara karşı, temsil ettikleri yüz milyonlarca insana ne diyecekler?

Kaç ülke daha parçalanacak?

Coğrafyamız çok zor durumda. Bunu durduramazsak, ülkeleri yakınlaştıramazsak birkaç yıl içinde birkaç ülke daha parçalanacak. Ülkeler yeni cephelere bölünecek ve bugüne kadar ülkelerle sınırlı olan iç savaş bölgesel savaşa dönüşecek.

Biz 20. yüzyılı kaybettik. Bir kayıp yüz yıl daha yaşamak istemiyoruz. Bu coğrafya yeniden 20. Yüzyıl yaşasın istemiyoruz. Bir yol arıyoruz. Güçlü bir çağrı, güçlü bir dayanışma istiyoruz. Birbirinden kopan ülkelerin yeniden yakınlaşmasını, ulus üstü yeni yapıların kurulmasını ve bunların etkin olmasını istiyoruz.

Bugün susarsanız yarın Basra Körfezi savaş alanına dönüşecekDoğu Akdeniz dünyanın en sancılı yeri haline gelecek.Kızıldeniz kana bulanacak. On yıl içinde belki on ülkeye iç çatışmalar servis edilecek.

İstanbul Zirvesi'ne katılanlar, ülkelerinize, milletlerinize, coğrafyanıza karşı sorumluluğunuzu yerine getirin. Tarih yapıcı rol üslenin. Atlantik'ten Pasifik kıyılarına kadar dalga dalga gelen tehditlere meydan okuyun. Coğrafyayı saran umutsuzluğakarşı bir çıkış yolu gösterin.

Unutmayın, her ülke için yeni haritalar çiziliyor. Bu rüzgarı tersine çevirin!


  • İbrahim Karagül

Dünya çatırdıyor



Dünya depremi, ardından gelen artçı şokları yaşıyor. Yeryüzünün en büyük tsunamisi de yolda. Dev dalgalar kimleri yutacak herkes toto oynuyor.
Depremin merkez üssü Panama. Kara para aklayan bankaların kirli müşteriler listesi milyonlarca belge ile sızdırıldı. Daha belgelerin tamamı açıklanmadan kıyamet koptu. Küçücük liste bile ülkeleri sarsmaya başladı.
İzlanda'da Başbakan istifa etti, şimdi ülkeyi Tarım Bakanı yönetiyor. Çin Komünist Partisi yöneticilerinden Jia Qinglin'in torunu Jasmin henüz 18 yaşından küçük. Ancak onun bile İngiliz kolonisi Virgin Adaları'nda paravan şirketi ortaya çıktı. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'in kayınbiraderi de İngiliz adacıklarında Londra ve New York merkezli baronların bankalarını çuvallarla zengin etmiş durumda. İtalya'da FIFA başkanı sorgulanıyor. Arjantin Devlet Başkanı hakkında soruşturma açıldı. En büyük darbeyi ise London of City Finans Merkezi ile trilyonlarca dolarlık kara parayı aklayan bir numaralı suçlu İngiltere yiyecek belki de.
Başbakan Cameron'un babasına ait paravan şirket, İngiliz adacıklarında ortaya çıktı. Yani Başbakanın babası ülkesinden vergi kaçırıyor. Cameron depremin ilk anlarında "Benim o şirket ile ilgim yok" dedi. Daha sonra "Şeyy aslında o şirkette hisselerim vardı ama sattım"diyerek üzerine gelen dev dalgalardan kurtulmaya çalışıyor. Cameron'un koltuğu sallantıda. İngiltere'de 20 şirkete "Panama merkezli Mossack Fonseca ile bir ilişkiniz var mı" diye soru yöneltildi. ABD'de belgeler Hillary Clinton'u da vurdu, seçilmesi tehlikede. Almanya'da gazeteler listenin bir bölümünü yayınlamayacaklarını duyurdu.
Belli ki üst düzey isimler var listede ve korumaya almaya çalışıyorlar. Moskova'da Putin sallanıyor. Panama belgeleri açıklanmadan önce Putin ile rakibi arasında oy dağılımında eşitlik vardı. Eylül'deki seçim öncesinde Putin'in kızının vaftiz babasının bile kara para aklayan adacıklara bavullarla servet taşıdığı ortaya çıktı. Putin'in en yakın arkadaşı müzisyenin bile yurtdışında paravan şirket kurup 2 milyar dolar yatırdığı ortaya çıktı. Bir müzisyende 2 milyar dolar! Putin depremde enkaz altından çıkamayacak belki de. ABD ülke dışına yaptığı yatırımların koordineli biçimde dağılımını sağlamak amacıyla USIAD yani Amerikan Uluslararası Kalkınma Ajansını kurdu. Görüntüde kulağa hoş gelen hedefleri vardı. Ancak USIAD'ın içi CIA ajanları kaynıyordu. Peki perde arkasında ne yapıyordu USIAD?
Bu soruya ulaşmak için Moskova'ya gitmek lazımdı. Rusya 2009'da "USIAD derhal Rusya'yı terk etsin" diye ültimatom veriyordu. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Lukaşenko, "USAID, Rusya'daki sivil toplum örgütlerini, siyasi süreci ve belli aşamalarda seçimleri etkilemeye yönelik çalışmalarda bulunuyor. Özellikle Kuzey Kafkasya bölgesini karıştırıyor. Bu konuda ABD'li muhataplarımızı daha önce uyardık" diyordu. "Demokrasi projesi", "Açık Toplum Projesi" adıyla Amerikan Uluslararası Kalkınma Ajansı Rusya'da istihbarat operasyonları yapıyordu. Rusya'yı sıkıştırmak için de Beyaz Rusya, Özbekistan ve Gürcistan'da turuncu devrimler yapıyordu. İşte o dönemde Putin, Soros'un NED ajanlarını Rusya'dan kovuyordu. CIA ve Soros ajanlarınca USIAD çatısı altında oluşturulan sivil toplum örgütlerine karşı da "Nashi"adı altında 3 bin genci eğitip karşı saldırıya geçiyordu Putin. Bu hamle Soros'un Rusya'dan atılmasına kadar gidiyordu. Şimdi kara para aklayanların açıklandığı o Panama Belgeleri'ni işte bu USIAD'ın desteklediği organizasyonun sızdırdığı açıklandı. ABD Dışileri Bakanlığı sözcüsü Mark Toner'e dün işte bu USIAD operasyonu soruldu. Toner "Belgeleri biz sızdırmadık" diye geçiştirmeye çalışırken ağzından baklayı da çıkardı;
"Tabii ki belgeleri sızdıran organizasyonu destekliyoruz." Evet yeryüzü yeryüzü olalı böyle bir savaş görmedi. Dünya terör örgütlerinin yanı sıra bankalardaki belgelerle yani PARA ile dizayn ediliyor. Rusya'nın yanı sıra, ABD'nin hedef aldığı ve adeta çökertmek için and içtiği Euro bölgesi Avrupa çatırdıyor, hükümetler sarsılıyor.
Ve savaşın boyutları öyle büyüdü ki; ABD bazı AB üyelerine vize koyacağını açıkladı. Avrupa Birliği'nden de hemen cevap geldi; "Biz de ABD'ye vize koyarız" diye. Peki bizim ana muhalefet dünyadaki bu savaşların neresinde? Haberleri izledim... CHP lideri deyimler sözlüğündeki "Önünde yatmak" deyiminin açıklamasını yapıyordu basın toplantısında! Vah vah!


Bekir Hazar

One in, one out' is just a nice game name


Due to its over 900-kilometer border with Syria, Turkey is the biggest victim of the wave of refugees that flows from that country because of its ongoing civil war. Turkey has been hosting nearly 3 million Syrians in its territory for many years. In addition to spending billions of dollars on refugees, the government has to shoulder the socio-economic challenges that refugees bring. When the matter becomes a topical issue, the attitude from EU countries that are the main destination for refugees becomes a subject of criticism for good reason, because so far European politicians have preached human rights at official meetings and conferences, but then have not walked the talk. Last year they realized that they could no longer avoid the crisis with this all-too-familiar attitude, as migration and the terror that stems from this dynamism started pushing at Europe's door. Finally, the EU reached an agreement with Turkey after months of negotiations.

The revised agreement between the EU and Turkey is based on a "one in, one out" formula. Although the formula's name is reminiscent of childhood games, it is serious, as it stipulates that one Syrian living in Turkey's refugee camps will be settled in Europe for each Syrian sent back from Greece, and that non-Syrians will never be allowed to enter Europe. What will Turkey receive in return? According to the agreement, the EU will accelerate efforts to allow visa-free travel for Turkish nationals to the Schengen area and will pay some portion of the promised 3.3 billion euros in aid in October. Such great altruism Europe: Have a heart. The bloc's population exceeds 500 million, and EU per capita income is nearly $30,000 in countries where there are just several thousand refugees. Official figures, however, reveal that a total of 2.7 million Syrians live in Turkey where the population is 80 million, and the per capita income is around $10,000. The actual number of Syrians in Turkey is even higher. The same applies to Lebanon, which hosts 1.3 million refugees, and other Middle Eastern countries. I leave it to you to bear these figures in mind and estimate the minimum number of refugees that the EU must take in. Forget international law and justice, how can the agreement be implemented and what it will serve?

Let's suppose that you have convinced Turkey. How will you force desperate Syrian mothers and fathers who run the risk of death by going to sea with their babies in winter to abide by this agreement? How can you guarantee the integration of refugees if you only take those who are healthy and qualified for good jobs like European colonialists that only picked slaves with healthy teeth? Have you forgotten that the terrorists who attacked Paris and Brussels were European citizens? Can you not see that border agreements remain irrelevant, as borders have become vulnerable and terrorism has become global?

The EU must stop deceiving itself, its prospective member Turkey and the desperate refugees. We all know that this agreement cannot save the day let alone bring structural solutions to the refugee crisis. Thus, the EU must fairly share the burden of Turkey and countries like Greece that shoulder the major of responsibility despite being poorer than the EU average, and must make political moves despite the U.S. and Russia to establish a safe zone in Syria to stop the waves of fleeing refugees in the short run and to aim for Syria's Bashar Assad's exit, as he is the root cause of the problem, in the long run.


Melih Altınok

Hamle üstüne hamle



DÜNYANIN şu anda konuştuğu tek şey, PANAMA SIZINTILARI...
Haklılar...
Bütün gazete ve televizyonlar bunlarla yatıp bunlarla kalkıyor.
Ama buralarda ne yapılmak istendiğini bulmak zor!
Neredeyse imkansız.
Dünya böylesine hiç para hareketi görmedi.
Böyle bir türbülans hiç yaşanmadı. Amaç ne? Neden dünyanın merkezi NEVADA oluyor? Kim neyin peşinde?
Gelin birlikte kafa yoralım...
Öncelikle sızan milyonlarca belgeden EN ÖNEMLİLERİ, İSTİHBARAT örgütleri tarafından gizlenir.
Mesela Amerika ve İngiltere'nin en önemli 50'şer ismi LİSTELERDE yok!
Olmaz zaten.
Bunlar ilgili ülkeleri yola getirmek için elde tutulan 'sopa'lardır. Avrupa, Asya ve Ortadoğu'da bu DENKLEME itiraz edecek olanlar, olması muhtemel olanlar, önce bu belgelerle KORKUTULUR.
Yola getirilir.
Eğer istenileni yapmazlarsa üzerine bol SIFIRLAR eklenerek gerçekler abartılır...
Bu budur!
Sızan 11.5 milyon belgenin kaynağı neresi?
VİRJİN ADALARI, BAHAMALAR, PANAMA, SEYŞELLER, NİUE, SAMOA, BRITISH ANGUİLLA, NEVADA,
HONG KONG, BİRLEŞİK KRALLIK...
Baktığınız zaman sızıntının kaynağını, Amerika ve İngiltere kontrol ediyor.
Zaten MOSSACK FONSECA, CIA tarafından kollanan ve büyütülen bir şirket.
Hatta CIA tarafından fonlanan!
Peki dünyanın diline doladığı sızıntının nereden yapıldığını yazdık!
Kimden yapıldığını bilen var mı?
Galiba yok!
Sıralayalım...
 Experta Corporate & Trust Services...
 Banque J. Safra Sarasin- Luxembourg S.A...
 Credit Suisse Chanel Islands Limited...
 HSBC Private Bank (Monaco) S.A...
 HSBC Private Bank (Suisse) S.A...
 UBS AG (Succ.
Rue du Rhone)...
 Coutts & Co. Trustees (Jersey)...
 Societe Generale Bank & Trust Luxembourg...
 Landsbanki Luxembourg S.A...
Ve son olarak en önemli marka!
 Rothschild Trust Guernsey Limited...
Bunlardan Coutts & Co. Trustees doğrudan KRALİÇE'nin malıdır.
Londra'ya bağlı 28 ülkede faaliyet gösterir.
Diğerlerini ise tek tek incelemeye gerek yok!
Tamamı ROTHSCHILD'lerin markalarıdır.
Bazılarında KÜÇÜK hisse sahibi gibi durmakla birlikte arka planda kendileri vardır...
Dün yazmıştık!
NEVADA yeni merkez olacak diye...
Peki NEVADA'yı kim kontrol edecekti? Rothschild ailesi...
Peki aile kendi bacağına sıkmayacağına göre, kendi kendini patlatmayacağına göre, Nevada'ya zorunlu bir göç olmayacağına göre belli ki ANLAŞMA BÜYÜKTÜ!
Amerika ile İNGİLTERE, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra devir teslim yapmış; ancak son nokta konulmamıştı. Şimdi ise merkezi LONDRA olan FİNANS İMPARATORLUĞU Amerika'ya NEVADA'ya taşınıyor!
Paranın yeni merkezi Nevada, Wyoming ve Güney Dakota olacak.
Rothschild ailesi buralara giden her 1 doların kendi üzerinden gitmesi için el sıkıştı.
Normal şartlar altında bu operasyon 2020'de yapılacaktı. Ancak bilinmeyen bir kararla, 2016'nın sonuna kadar tamamlanması emri verildi.
Cenevre ve Zürih bitecek.
Avrupa dağılacak.
Günün birinde yeniden kurmak için geldiklerinde, geride AVRUPA kalmamış olacak.
"Peki ama İngiltere işin içindeyse neden CAMERON'u hedefe koydu?" diye sorabilirsiniz?
Bu doğru bir soru! Ancak THE ECONOMIST geçen yılki kapağında bu işareti vermişti!
Cameron'ın önüne bir KUMBARA koymuştu. Domuz şeklindeki kumbara ile mesaj verilmişti. DOMUZ Hıristiyan kültüründe AÇGÖZLÜLÜK demekti!
Devam...
Küresel operasyon, PANAMA'dan yapılırken buna ilk tepki Moskova'dan geldi. SIZINTI 3 NİSAN'da başladı.
Dünya Panama'yı konuşmaya başlamadan önce hedefte olan PUTİN, eski bir AJANolduğunu gösterdi.
Olayları önceden okuyarak önlemini aldı. BAŞKANLIK SEÇİMLERİNDE ROTHSCHILDLER'in adayı olan eski Başbakan Mikhail Kasyanov'u KASETLE vurdu.
Daha önce Soros'a dolaylı yoldan bağlı olan şimdi KREMLİN'e çalışan NTV kanalı Putin'in en büyük rakibi olan KASYANOV'un İNGİLİZ vatandaşı eski ajan Natalya Pelevine ile çekilen uygunsuz görüntülerini yayınladı.
Hem de 40 dakika...
Yani karakter suikastı yapılıyordu.
Putin bunu yapmasa SIZINTININ sonucunda kendi gidecekti. Bir odaya kurulan kamera sistemi ile küçük düşürülen Kasyanov'un o günden sonra yükselişi durdu.



Oysa ŞUBAT'ta Rothschildler'in kendi aralarında iletişim için kurdukları REUTERS'e tam üç gün konuştu.
"Putin öldürse de BAŞKAN olacağım..." dedi. Ama KASETLE durduruldu.
Görüntülerdeki isim olan Natalya Pelevine, BBC'de yorumculuk yapıyordu. Hatta HILLARY
CLINTON'ın yakın arkadaşıydı...
Geçtiğimiz gün Hillary'nin doğum günü partisini Lynn Forester de Rothschild'in verdiğini yazmıştım...
Dünya böyle.
Sanıldığı kadar büyük değil... Doğru ayak izlerinden bulamayacağınız adres yok!
Putin KÜRESEL bir operasyonun bilgisini önceden alacak kadar ciddi bir DEVLETİyönetiyordu.
Kendisine doğrultulan silahı şimdilik rakiplerine döndürmeyi başardı.
Ama bu operasyon bile CIARothschild arasında "Putin gitsin, Rusya kalsın" anlaşmasının yapıldığını gösteriyor.
Putin ilk hamlede bunu önledi.
ANCAK!
IŞİD'den çıkıp ülkelerine dönen çok sayıda İSLAMCI TERÖRİST(!) var.
Bunların pek çoğu KAFKASYA'ya döndü. Hiçbiri DEŞİFRE olmadı üstelik... Kimse dönenlerin kim olduğunu bilmiyor. "Nerede ne kadar kaldılar?", "Nasıl eğitim aldılar?" bilen yok! Rothschild ve Soros RUSYA'yı KREMLİN'den geri almak için teröre sarılır mı?
Gidenlere bakılırsa SARILIR. Peki Rusya buna karşı sessiz kalır mı?
HAYIR!
İşte kestirilemeyen nokta bu!
Kissenger da bundan korkuyor.
Rothschildler KAOS'tan zevk alsa da DERİN AMERİKA kontrol edilemeyen bir şey istemiyor... Ve Çin'i kontrol altında tutan bu ailenin KASYANOV gibi KUKLA İSİMLERLE Kremlin'i almasına da razı değil...
Ama AİLENİN de bir bildiği var!
Hillary bunların adayı... Paralel de bunlara çalışıyor!
Beni ilgilendiren Rusya'nın ne olacağından çok TÜRKİYE'nin ne olacağı...
DERİN AMERİKA BÜYÜMEMİZİ istiyor! Mecbur! Ama AİLENİN bir planı varsa ve bu adamları ikna ederse ne olacak?
Bu önemli! Hem de çok! İsrail'den sonra MÜSLÜMANLAR'ın hışmına uğrayan bir KÜRT DEVLETİ isterler mi? İsrail'in yeterince yorulduğunu düşündükleri için SADDAM'ı astırdıkarı KÜRTLER'i ARAPLAR'ın karşısına koyarlar mı?
DÜŞÜNÜN! Hep birlikte düşünelim...
İlk seçenekte hiç pürüz yok! Ama ya ikincisi olursa... SAVAŞANLAR BARIŞTIĞINA GÖRE HAZIRLIKI
OLMALIYIZ. Her şekle uygun planımızı olmalı... Her seçenekte ENERJİ KORİDORUNU kimin yöneteceğini anlamalıyız... Avrupa olmadığına olmayacağına göre buraya bir GÜÇ şart.
Bu ailenin kafasında ne var çözmeliyiz.
Hatta değiştirmeliyiz... Buna gücümüz fazlasıyla var!

Ergün Diler

Obama bu yalanı söylemek zorundaydı



Sayın Cumhurbaşkanımızın ziyareti vesilesiyle Obama'dan öğrendik ki ABD demokrasiyi, özgürlükleri hele de basın özgürlüğünü çok önemsiyormuş.

Gerçi Mısır'da darbeyi ve darbecileri daha çok önemsemişlerdi, ama, olsun, Türkiye, nasıl derler, bir Mısır değil...

Ne ki, Türkiye'de de vaktiyle (28 Şubat döneminde) “demokrasiye tanklarla balans ayarı” verenleri önemsemişlerdi.

Bu konuda, Sevgili Çandar'ın, “ABD post-modern darbeyi destekledi” ifadesinin ardından söylediklerini unutmak mümkün mü: “Meğer 28 Şubat'tan iki hafta sonra, 12 Mart cumartesi günü Washington'da Dışişleri Bakanı Albright'ın çağrısıyla bakanlığın yedinci katında, Türkiye toplantısı yapılmış. Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi orada. Türkiye'ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o gün konuşulmuş. Toplantıdan çıkan sonuç, 'doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükümet gitmeli' olmuş…

Malumunuz, “doğrudan askeri darbe” olmadan hükümetin alaşağı edilmesine de “post-modern darbe” denildi.

Peki, Türkiye'de doğrudan darbe yapıldığında, ABD demokrasi ve özgürlükler adına nasıl tepki göstermişti?
12 Eylül darbesi, dönemin Başkanı Jimmy Carter'a, “Bizim çocuklar işi bitirdi” (Our boys have done it) mesajıyla iletilmişti.

Diyeceksiniz ki, ne 28 Şubat post-modern darbesinde ne de 12 Eylül Kenan Evren darbesinde Obama yoktu.
Haklısınız, yoktu.

Lakin “paralel örgüt” Türkiye'ye “çökerken” vardı.

Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, “silahlı terör örgütü” kurmak iddiasıyla müebbede çarptırıldığı haberini aldığında Başkan Obama'nın tepkisi acaba ne olmuştu?

Ne oluyor lan, Türkler çıldırdı mı?
Hayır başkanım, bizim mülâaneci çocuklar işi bitirdi…

Sahi, paralel yapı “işi bitirirken” ABD, demokrasi ve özgürlükler konusunda nasıl bir duyarlık göstermişti?

İlhan Selçuk'tan Mustafa Kaplan'a, Nedim Şener'den Erol Manisalı'ya kadar derdest edilirken, Prof. Türkan Saylankovuşturulurken ne yapmışlardı?

Mesela, Erdoğan'ın gıyabında, “Demokrasi vaadiyle geldiğini kendisine hatırlattım” deme gereği duymuş muydu Obama?

Uzun lafın kısası, “otonom yapı” yargıya hakimken, yani, istediklerini istedikleri anda istedikleri gerekçeyle içeri atarlarken ABD'den herhangi bir uyarı gelmiş miydi?

Neden susuyorlardı?

Yargı bağımsızlığına inandıkları veya yargı kararlarına saygı duydukları için mi yoksa “taşeron yapıları” yargıya hakim olduğu için mi?

Hayır yani, o vakit yargı bağımsızdı da şimdi mi AKP'nin eline geçti?

O dönemde, söz gelimi Can Dündar'ın kalemini Pensilvanyakıracaktı da, Anayasa Mahkemesi malum kararı verecek, o mahkeme de tutuksuz yargılama yoluna sapacaktı ha?

Anayasa Mahkemesi'nin taa kozmik odasına kadar girerler, tutuksuz yargılama kararını veren mahkemeyi de anında Ergenekon Terör Örgütüne (ETÖ) yazıp mavi gökyüzünü dar ederlerdi

Uzun lafın kısası, mülâaneci çocuklar 17- 25 Aralık'ta işi bitiremedi, haliyle iş, 12 Eylül'de işi bitiren çocuklara kaldı.

Onun için Michael Rubin, “Türkiye'de darbe olması durumunda ABD darbecilerle çalışmaya devam edecek…” şeklinde sinyal verdi.

Onun için liberal postuna bürünmüş işbirlikçi aydınlar darbe yollarına taş döşemeye başladı.

Bu aydınların hülasası mesabesindeki “eleman” tevekkeli, “demokrasi darbeyle de gelir” dememişti.

Demokrasi götürmek uğruna Irak'ı işgal eden ABD'nin “demokrasi duyarlığının” da çok “değişik”, yani, kendi hesaplarına çok “işlevsel” olduğunu biliyoruz.

Bu bakımdan…

Erdoğan'ın, “Gıyabımda o tür bir açıklama yapıldığını duyunca üzüldüm (…) Bana o türden bir şey söylenmiş değil...” şeklinde tepki gösterdiği Obama'nın, “Demokrasi vaadiyle geldiğini kendisine hatırlattım sözü üzerine adamakıllı düşünmek zorundayız.

Koskoca ABD Başkanı gündüz gözüyle neden yalan söyleme gereği duymuştur?

Üstelik bu yalanını yüzüne vurmaktan çekinmeyecek bir lidere karşı…

Bizim Akif Emre'nin geçenlerde dile getirdiği bir örnek bu konuda da bence gayet açıklayıcı.

Rauf Denktaş'ın Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyetini ilan etmesi üzerine, dönemin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen, ABD Başkanı Reagan'la görüşmek üzere kabul edilir. Türkmen, çok olumlu bir görüşme gerçekleştiğini, Kıbrıs konusunun hiç gündeme gelmediğini, ABD Başkanı'nın Türkiye'nin büyük devlet olduğunu dile getirdiğini sevinçle Ankara'ya bildirir. Ne var ki çok geçmedenBeyaz Saray basın sözcüsü, Türkiye'nin Kıbrıs konusunda attığı adımların kabul edilemez olduğunun söz konusu görüşmede dile getirildiğini zehir zemberek bir bildiriyle basına duyurur.

Devamını Akif Emre'den okuyalım: “Bunun üzerine İlter Türkmen'in Beyaz Saray'da tanıdığı diplomatı arayarak, böyle bir açıklama yayınlandığını ancak Başkan'ın görüşmede bu tür ifadelerin hiçbirini söylemediğini belirtmesi üzerine verilen cevap, işlerin nasıl işlediğini, her şeyi açıklayan bir cümledir: ''Olsun, Başkan Reagan'ın söylemesi gerekirdi…

Demek ki, Başkan Obama'nın da mahut yalanı söylemesi gerekiyormuş!

Erdoğan ve Türkiye aleyhine yürütülen algı faaliyetinin geldiği aşamayı göstermesi bakımından bu yalan gerçekten de çok önemli.

Haklı olmanın hiç bir şey ifade etmediği, sadece gücün ve güçlünün geçer akçe olduğu bu dünya düzeninde ABD'yle polemik yapmanın alemi yok.

Yapılacak tek şeyi tekrar etmek makamındayım: İçerde milli ittifakları genişletmek, dışarda Rusya başta olmak üzere bölge ülkeleriyle sağlam ve sağlıklı ilişki kurmak…

Başka yol yok.


Salih Tuna