Kırmızı Kart



Almanya'da bir kasaba... Adı Bautzen... Cumartesiyi pazara bağlayan gece yangın çıkıyor. Çok sayıda meraklı yanan binanın etrafını sarıyor.
Alkışlar ve sevinç çığlıkları dumanla birlikte gökyüzüne yükseliyor. Olay yerine itfaiye geliyor ve yangını söndürmeye başlıyor. Alevlere sevinç çığlıkları atan kalabalık, itfaiyeyi yuhalıyor. Çünkü yanmakta olan bina Suriye'den gelen mültecilere ayrılmış durumda."Bırakın yansın" diye feryat ediyor kalabalık.
İtfaiyeye saldırıyor. Polis mültecilere ayrılan o binanın ırkçılar tarafından kundaklandığını açıklıyor. Yılbaşı gecesi Almanya'da binlerce kadın polise başvurdu."Suriyeli mültecilerin taciz ve tecavüzüne uğradık" diye. Polis yaklaşık iki aydır tüm başvuruları tek tek inceledi. Ve önceki gün Alman Savcılığı tüm tecavüz iddialarının "YALAN" olduğunu açıkladı. Önceki gün Almanya'nın Lausnitz şehrine 150 mülteci getirildi. Bir yurda yerleştirilmek üzereyken bir anda ağzından salyalar akan bir grup peydahlandı. Ve mültecilere saldırdılar. Saldırgan grup nereden haber aldı? Mültecilerin o yurda geleceğini nereden biliyordu? Mültecileri ite-kaka otobüsten indirip toplama kampına sokar gibi davranan polisten açıklama geldi; "Şeyyy... Mültecileri yerleştireceğimiz yurdun müdürü Alman Irkçı parti AFD üyesi... O haber vermiş aşırı ırkçılara..." Avrupa'nın lideri Almanya'da hergün bu ve benzeri insanlık dışı manzaralar yaşanıyor. Türkiye'ye Cumhurbaşkanları Gauckları gönderip, insanlık dersi vermeye kalkanlar, Avrupa çökecek korkusuyla, polisiyle, istihbaratı ile mültecilere yapılan saldırılara göz yumuyor.
Suriye'de Ruslar önüne geleni bombalayıp, Avrupa'ya kaçmaları için mücadele ediyor.
Suriye'de Rus bombalarından, DAEŞ-ESAD-PKK-PYD-Tahran füzelerinden ölümden kaçanlar, Avrupa'nın göbeğinde ÖLÜM KORKUSU yaşıyor. İnsanlığın bittiği yereyiz. Birleşmiş Milletler dün yeni bir rapor yayınladı. Avrupa'ya kaçış yolunda Aylan bebeğin öldüğü Eylül ayından bu yana her gün iki bebek daha aynı şekilde hayata veda ediyor. Bugüne kadar tam 369 Aylan bebek Suriye'deki katillerden kaçarken denizde boğularak can verdi. İnsanlığı toprağa gömenlerin, harita cetvelleriyle oturdukları masalarda daha çok öldürme planları yaptığı bir dönemde, çocuklarını kaybeden anaların feryadı göklere yükseliyor.
Aşağıdaki aşağılıkların ise umurunda değil.
Rusya ve Amerika kol kola vermiş, "Nasıl Avrupa'yı çökertiriz" diye ölümlere ve korku dağlarına, mülteci akınlarına yol veriyor. Peki bu gözü dönmüşlerin planı başarıya ulaşır mı? Londra'ya bakın, İngiliz sinsiliğine bakın anlarsınız. Evet İngilizler Haziran ayında referanduma gitmeye hazırlanıyor. "Avrupa Birliği'nden çıkalım mı" sorusuna halka soracaklar. "Çıkın" cevabı gelirse topuklayacaklar.
Yani İngilizler Avrupa Birliği'nden kaçmaya hazırlanıyor. ABD-Rusya'nın "Suriye'de ölüm, Avrupa'da çöküş" planına Londra'dan hemen "Biz de bu oyunda varız" cevabı geliyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü'nün önceki gün bir rapor yayınlıyor. Rapora göre, silah ticareti son 4 yıl içerisinde yüzde 14 arttı ve küresel silah ticareti pazarının %33'ünü elinde bulunduran ABD, dünyanın en büyük silah ihraç eden ülkesi unvanını bu yıl da elinde tuttu. ABD'nin Suriye'deki KANLI PLAN ortağı Rusya ikinci sırayı aldı. Sonra Çin ve satışlarını katlayan Almanya geliyor.
Almanya'daki yasalara göre silah şirketlerinin izin almadan sıcak çatışmaların yaşandığı veya insan hakları ihlallerinin olduğu ülkelere satış yapması yasak. Ancak birçok Alman firması ikinci ve üçüncü ülkeler üzerinden silah ticareti yapıp, yasağı deliyor. Ya da KANüzerinden gelecek PARA uğuruna Alman Devleti, ÖLÜM TARLALARINA silah satışına göz yumuyor. Para ve çıkar uğuruna ülkeleri dizayn etme ve katliamlara yol verme operasyonları yapan Batı'nın Çakalları, böyle bir ortamda GEÇİŞ YOLU Türkiye'yi yanına almak için birbiriyle çatışıyor. Çünkü Türkiye olmadan bölgede hiçbir plan hayata geçirilemez. Ankara böyle bir ortamda hem Çakallarla boğuşuyor hem de dünyadaki mazlumların HAMİSİ olmak için kendini yırtıyor. Dışarıya karşı müthiş bir mücadele verirken, içerideki taşeron kokarcalar Ankara'yı sırtından vurmak için pis kokular yayıp, sahiplerine hizmet ediyor.
Kim ne yaparsa yapsın, kim kime çalışırsa çalışsın önemli değil. Ankara hepsinin hakkından gelecek. Çakallara ve kokarcalara kırmızı kart gösterecek.

Suriye’de İnsanlık Ölürken



2011 yılında başlayan halk ayaklanmasından bu yana Suriye’de 300.000’den fazla insan hayatını kaybetti, 10 milyondan fazla insan evinden barkından oldu, 4 milyona yakın kişi ise ülkeyi terk ederek mülteci konumuna düştü. Suriye’de yaşananlar artık, Tunus, Libya ve Mısır’daki halk ayaklanması örneklerinden daha çok, Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yaşanan insanlık dramını hatırlatıyor. Beşar Esed ise Bosna’da ırk temelli katliam gerçekleştiren kanlı Sırp lider Slobodan Miloseviç’e benziyor. Tek farkı, Esed’in mezhep temelli kıyım yapması ve katletmeye giriştiği grubun ülkede nüfus olarak üçte iki çoğunluğa sahip olması.

BATI KATLİAMA ORTAK OLUYOR
1990’ların başında çatışmaya müdahale etmeden önce yıllarca Bosnalı Müslümanların katledilmesini izleyen dünya kamuoyu, şimdi de Suriye’de yaşanan felakete göz yumuyor. Hatta bir de üstüne üstlük izlediği yanlış politikalarla ülke içindeki durumu daha da karmaşıklaştırarak ve Esed yönetiminin ömrünü uzatarak, yaşanan katliama ortak oluyor. Kimyasal silah kullanımı gibi konularda önce kırmızı çizgiler çizip, sonra o çizgileri yok sayarak, Esed rejimine ve destekçilerine bütün insanlık dışı uygulamalarına devam etmeleri için cesaret veriyor. Avrupa, kapısına dayanan göçmenlerin sorunlarıyla değil, bu göçmenlerin kendi başına açabileceği muhtemel sorunlarla ilgileniyor. Bütün batı ülkeleri rahat koltuklarında ekranlardan izlediği savaşın gerçek hayatlar üzerindeki yıkıcı etkisini görmemek için kafalarını başka tarafa çeviriyor ve sınır kapılarını kilitliyor.
RUSYA SURİYE KRİZİNİ ÇIKMAZA SOKTU
Son olarak bir de Rusya’nın doğrudan rejim muhalifi grupları hedef aldığı askeri müdahalesiyle, Suriye krizi iyiden iyiye içinden çıkılmaz hale geldi. Rusya aslında başından beri Esed rejimine askeri ve siyasi destek sağlıyordu. Fakat Rusya’nın son dönemde Tartus Deniz Üssü ve Lazkiye’deki Bassel El-Esed Hava Üssü başta olmak üzere Suriye’nin batısında konuşlandırdığı askeri varlığı, olaya yepyeni bir boyut kazandırdı. Önce Rus parlamentosunun üst kanadı olan Rusya Federasyon Konseyi, Rus askerlerin yurt dışında görev yapmasını onayladı. Sonrasında ise Rus Ortodoks Patriği, garip bir şekilde Rusya’nın Suriye’de gerçekleştireceği askeri saldırıların kendileri için bir “kutsal savaş” olduğunu açıkladı. Böylelikle İran, Hizbullah ve IŞİD gibi aktörlerden sonra Rusya da Suriye’de mukaddes(!) savaş yürüten aktörler arasına katılmış oldu. PYD de Rusya’nın askeri müdahalesini sevinçle karşıladı. Rusya’nın askeri yardım teklifine balıklama atlamakla kalmayıp, “Biji Obama” sloganından “Biji Putin” sloganına hızlı bir geçiş yaptı.
IŞİD’İ DEĞİL SİVİLLERİ VURUYOR
Şu ana kadar ABD ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülke, Rusya’nın hava operasyonlarının IŞİD yerine, Suriyeli sivilleri ve Esed yönetimi ile mücadele eden Özgür Suriye Ordusunu hedef aldığını açıkladı. İngiliz Savunma Bakanı Michael Fallon, Rusya’nın gerçekleştirdiği ilk 21 hava saldırısından sadece bir tanesinin IŞİD ile alakalı bir bölgeye yapıldığını belirtti. Ülkedeki birçok yerel aktör de benzer gözlemler ifade etti. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu Başkanı Halid Hoca, Rusya’nın hava saldırılarında birçok sivilin hayatını kaybettiğini açıkladı.
İNSANLIK CAN ÇEKİŞİYOR
Rusya, ne iddia ettiği gibi IŞİD’le mücadele etmeyi önemsiyor ne de Suriye halkının çıkarlarını düşünüyor. Zaten şu anda Suriye’deki çatışmaya müdahil olan aktörlerin önemli bir kısmının en son önemsediği şey Suriyelilerin hayatı ve refahı. Açık kapı politikası izleyerek iki milyondan fazla göçmene kucağını açan, hiç çekinmeden onlar için milyarlarca lira harcayan ve benimsediği insani yaklaşımla diğer aktörlerin samimiyetsizliklerini yüzüne vuran Türkiye ise maalesef terör ve istikrarsızlık gibi sopalar kullanılarak kendi iç sorunlarına hapsedilmek isteniyor. Rusya’nın da doğrudan askeri müdahalesiyle birlikte şu an Suriye’de durum her zamankinden daha karmaşık ve karanlık görünüyor. Suriye’de patlayan bombaların altında sadece cansız bedenler kalmıyor aslında; insanlığın vicdanı da o yıkıntılar arasında bir yerlerde can çekişiyor.
http://akademikperspektif.com/2015/10/14/suriyede-insanlik-olurken/

Bize “Suriye’den elini çek” diyorlar



Hiç hayra alamet olmayan, ardı ardına şoklara neden olabilecek, tarihi izler bırakacak gelişmelere tanık oluyoruz. Gördüğümüz, yaşadığımız, en azından haberdar olduğumuz bu gelişmeler, asla siyasi çevrelerle, örgütlerle hatta devletlerle sınırlı değil.

Coğrafyanın tamamına yönelik kalıcı bir tasarruftan söz ediyorum.Siyasi haritaların yenilenmesinden, bazı ulusların tarih arkasına sürüklenmesi tehlikesinden, bazılarının tarih yapıcı pozisyonlara itilmesi çabasından, bazı ülkelerinse bölgesel savaşın ana merkezi olarak biçimlendirilmek istenmesinden söz ediyorum.

Türkiye bu gelişmelerin hepsinin tam merkezinde. Ya aktör olarak, ya mağdur olarak merkezinde. Çünkü coğrafyanın merkezinde. On yıl boyunca aktör olarak belki elli yıllık mesafe alan Türkiye için, özellikle Mısır'daki çok uluslu karşı darbeden sonra aktör özelliğini zayıflatıp onu hızla mağdur pozisyonuna sürüklemeye dönük kapsamlı bir çokuluslu müdahalenin varlığından söz ediyorum.

Dünya savaşı görüntüsü
Sınırlarımızın hemen güneyindeki her gelişme bunun işaretlerini veriyor. Önceki gün Ankara'da bütün ülkeyi acıya boğan saldırı bunun işaretlerini veriyor. Türkiye içindeki siyasi kamplaşma projesi bunun işaretini veriyor. Siyasi partilerle terör örgütlerini birbirine yamayan irade bunun işaretlerini veriyor.

Belki büyük laflar ediyoruz, iddialı cümleler kuruyoruz, sansasyon gibi algılanabilecek senaryoları haber veriyoruz. Ama son yüz yılıbiraz bilenler, bugün sınırlarımızın içerisinde ve hemen dışındaki gelişmeleri az çok izleyenler, aynı endişeyi paylaşacaktır.

Artık bir dünya savaşı görüntüsü veren güçler çatışmasının hiçbir ülkenin gözünün yaşına bakmadığını, hiçbir millete saygı duymadığını, acımasız bir tarihsel dönemin başladığını, bu çatışmanın en ağır faturasının bizim coğrafyaya kesileceği gerçeğini kabul etmekten başka çaremiz kalmadı. Bugün kabul etmezsek, birkaç yıl içinde bunları yaşayacağız.

Bu yüzden, Türkiye için tam bir teyakkuz hali, tam bir alarm hali zarurettir. Sınır ve harita taslakları Türkiye'yi vuracaktır. İçeride oluşturulan cepheler, kalıcı hale getirilen kamplaşmalar, ortak alanların hızla daraltılması bu tehlikenin işaretidir.

Artık terör de yok terör örgütleri de
Basiretimizin bağlanması, devlet aklının zayıflatılması, Türkiye'nin ana omurgasının parçalanması en büyük düşmandır. İnsanlarımız arasındaki bütün farklılıkları çatışma alanına dönüştüren proje hoyratça uygulanmaktadır. Bu proje, bu haliyle işgal girişimlerinden çok daha büyük tehdittir.

Terör saldırıları gözlerimizi kör etmesin. İnfial, öfke hata yaptırmasın.Artık terör örgütleri yok. Her örgüt bir bölgesel projenin ihalesinin uzantısı. Bazıları etnik sebeplerle, bazıları mezhep gibi kimliklerlehareket etse de, bizim coğrafyadaki örgütlerin tamamı bölgeye yönelik müdahalenin istihbarat kirli işlerini yürüten organizasyonlardır. Onların uzantısı siyasi partiler ya da çevreler de bu kirli hesaplarınkamuoyuna servis araçlarıdır.

Artık terör saldırıları terör değildir, bir müdahaledir.Tetikçinin kim olduğu, hangi örgütün üslendiği ya da yaptığının anlamı yoktur. Her terör saldırısının arkasında kapsamlı bir siyasi hesap vardır.

Dar anlamda terör örgütleri dönemi de, dar anlamda terör saldırıları dönemi de çoktan kapanmıştır. Çünkü coğrafyamızda örgütler devletler yerine ikame edilmekte, devletten devlete yürütülen ilişkiler devletten örgüte şeklinde değişmektedir.

Tetiği kimin çektiğinin anlamı yok
Bölgedeki harita çalışmalarının uzantısı olan kaos ülkemizeservis edilirken, sınırlarımızı zorlarken, şehirlerimize uzanırken, bütün örgütler bir şekilde bu çerçevede harekete geçirilirken, terör konsorsiyumu oluşturulup Türkiye'ye salınırken terör saldırılarındatetiği kimin çektiğine, bombayı kimin patlattığına saplanıp kalmamız bir akıl tutulması olacaktır.

Dün Ankara'da, başkentimizde patlatılan bomba içerideki etnik ve mezhep ayrışmasına ayarlı planlanmış. Ama hepsi bu değil. Sınırlarımızda, G. Doğru'daki ilçelerimizde başlatılan işgal girişiminin bir parçasıdır. Medya ve sermaye üzerinden pazarlanan“iç işgal”in bir uzantısıdır.

Sadece Ak Parti'yi, Erdoğan'ı, hükümeti vurmaya ayarlı değil, doğrudan Türkiye'yi vurma, Suriyeleştirme planının bir parçasıdır. İçerideki toplumsal parçalanma da, başlatılan işgal girişimi de, coğrafyadaki parçalanma da aslında aynı resmin birer parçasıdır.

Belki intihar bombacılarının kimliği tespit edilecek hatta hangi örgüte mensup olduğu da bulunacak ama arkasındaki güçler hiçbir zaman deşifre edilemeyecek. 11 Eylül'den hemen sonraEndonezya'dan İspanya'ya kadar yeryüzünün bir çok köşesinde patlayan bombalar “El kaide saldırısı”ydı! El Kaide denilen bütündosyalar kapatıldı. El Kaide bir örtüydü çünkü.

Erdoğan düşmanları bile direnmeli
Şimdi de karmaşık, karanlık senaryoların hepsinin üstü “IŞİD vurdu” denilerek kapatılıyor. Unutmayın, IŞİD denilen bütün dosyalar kapatılır ve o saldırılar aydınlanmaz. Çünkü hepsi örgütleri aşan mesajlardır, kapsamlı projelerin parçasıdır.

Türkiye yüz yıldır bu coğrafyada ayakta kalmak için müthiş bir direniş sergiliyor. Sağlam bir kale, son sığınak olmaya çalışıyor. Üç yıldır işte bu kalenin duvarları aşındırılıyor. Öyleyse müthiş, o müthiş direniş geleneğini daha da güçlendirmekten başka yol yok.

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun çırpınışı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın direnişi işte bu tarihsel hesaplaşmanın uzantısıdır. Böyle bir siyasi akıl, böyle bir direnç Türkiye'nin geleceğini kurtarabilir. Mesele ülke ise, hangi siyasi çevrede olduğumuzunhiçbir anlamı kalmıyor. Erdoğan'dan nefret edenlerin bile bunun birTürkiye mücadelesi olduğunu idrak edip yerini alması gerekiyor.

YPG'ye vurursan IŞİD de seni vurur
Ankara'da intihar bombacıları kendini patlattığı gün Suudi Arabistan Kralı'na suikast haberi geldi. Zehirlendiği, komada olduğu söyleniyor ve Riyad'da darbeden söz ediliyor. Yine aynı gün,Mesut Barzani Türkiye'ye destek veren açıklamalar yapıyor. Aynı gün Barzani'ye bağlı parti binaları ateşe veriliyor, insanlar ölüyor. İran ve PKK çevreleri Barzani'yi saf dışı etmeye, Türkiye ile ilişkileri yüzünden cezalandırmaya çalışıyor.

Türkiye ne zaman Suriye'de bir adım atsa, PYD'nin siyasi, YPG'nin askeri hesaplarına darbe vursa, içeride “IŞİD görüntüsü altında terör saldırıları” gerçekleşiyor. Ankara'daki saldırıdan muhtemelen IŞİD çıkacak. Ama bu, benim gibileri hiçbir şekilde tatmin etmeyecek.

Türkiye'ye, “Suriye'den elini çek” diyenler kimler olabilir sizce? Son dönemde Suriye üzerinde oluşan ittifaklara
dikkat etmeniz yetiyor..

Aylan’ın Cesedi ve Avrupa’nın Vicdanı…


Bodrum sahillerine vuran 3 yaşındaki minik Aylan El Kurdi’nin cansız bedeni, bütün dünyaya dalga dalga yayılan bir vicdani isyan ve tepkiye yol açtı. Ancak kararmış vicdanlar hâlâ ilgisiz ve duyarsız!

Henüz üç yaşındaydı… Kendisinden sadece bir yaş büyük kardeşi Galip’le birlikte, anne ve babası daha iyi bir hayat ümidiyle sonu karanlık bir yolculuğa çıkmıştı. Fakat ümitleri çabuk söndü. Günlerdir bütün dünyada konuşulan minik Aylan ile kardeşi Galip ve anneleri, bir gece Akdeniz’de karanlık sulara gömüldü!.. Ertesi gün Bodrum sahiline vuran minik Aylan’ın cansız bedeni, bir anda bütün dünyadaki milyonlarca mültecinin yaşadığı dramların, en çarpıcı sembolü hâline geldi. Aylan’ın büyük kardeşi Galip ve anneleri artık yaşamıyordu… Kanada’da yaşayan kız kardeşinin gönderdiği harçlıkla, ölüm yolculuğuna çıkan ailenin reisi Abdullah, memleketleri Kobani’ye üç tane tabutla döndü!..
Son üç gündür bu yürek paralayıcı hikâye ile yatıp kalkıyoruz. Minik Aylan’ın o sahile vurmuş cansız bedenini görüp de ürpermeyen, dehşete düşmeyen, kanı donmayan normal bir insan olamaz. Bu yüzden dünyanın en ücra köşelerinde bile, Aylan ve ailesinin uğradığı korkunç felaket, gündemin baş sırasına oturdu. Hemen her gün, yeryüzünün farklı bir parçasında; mültecilerin yaşadığı benzer facialara duyarsız kalan çevreler de, nihayet tutumlarını gözden geçirmek mecburiyetini hissetti…
Ancak bu demek değildir ki, Batılı egemen çevreler; acınası durumundaki milyonlarca sığınmacıya karşı, artık insani ve vicdani bir yaklaşım içine girecekler. Hayır. Batı yine aynı batı… Sadece biraz rol yapıyorlar. Mesela Macaristan Başbakanı Orban şöyle diyor; “Müslüman göçmenler Avrupa’daki Hıristiyan kökleri tehdit ediyor.” Ve Suriyeli sığınmacılara hitaben şöyle devam ediyor Orban: “Türkiye’de kalın. Avrupa’ya niye geliyorsunuz?..” Budapeşte’de bir Arap ailenin tren rayları üzerinde nasıl bir muameleye tabi tutulduğunu bütün dünya izledi. Böyle bir olay Avrupa dışında cereyan etse, dünyayı ayağa kaldırırlar. Fakat Avrupa söz konusu olunca, kimsenin gıkı çıkmıyor… Sığınmacıları taşıyan bir treni, Macaristan göçmen kamplarına göndermek için, polis ve jandarmalar nezaretinde ablukada bekletiyor… El Kurdi ailesine giriş vizesi vermeyen Kanada Başbakanı, yüzüne yapmacık bir hüzün yerleştirerek, minik Aylan’ın bu şekilde ölümünden çok etkilendiklerini ve artık istenen vizeyi vereceklerini söylüyor utanmadan… Koskoca Amerika Birleşik Devletleri de 2015 yılında şimdiye kadar 1500 kişiye sığınma hakkı tanıdıklarını, buna 300 kişiyi daha ekleyeceklerini büyük bir olay gibi duyuruyor! 10 milyon km2’lik, kıta genişliğinde ve dünyanın en büyük ekonomisi Amerika… Üstelik kabul edeceği sığınmacıların yedi sülalesinin sicilini didik didik ederek, toplam 1800 kişiye kapılarını açacak. İşte Batı’nın vicdanı ve güya insani yüzü bu!
Fransa Devlet Başkanı Hollande da, yasak savma kabilinden bir şeyler söyledi. İngiliz Başbakanı Cameron, bir baba olarak minik Aylan’ın görüntülerinden çok etkilendiğini ifade etti. Ve daha yeni aklı başına gelmiş gibi, bütün bunların sorumlusunun Beşar Esad olduğunu dile getirdi. Oysa kısıtlı imkânlarına rağmen, iki milyonu aşkın kişiye kucak açmış bulunan Türkiye; tam dört buçuk yıldan beri, Suriye’de yaşanan felakete dünyanın dikkatini çekmeye çalışıyor. Tuzu kuru hiçbir Avrupa ülkesinin hiç kılı kıpırdamadı. Merkel’den bahsetmiyorum bile… İngiliz Başbakanı, birkaç bin mülteciyi topraklarına kabul edeceklerini bir müjde gibi sunuyor iyi mi! Oysa Suriye’de yerini yurdunu terk etmiş bulunan 7.6 milyon insan var. Bunların dört milyonu dışarıya kaçtı ki, yarısı Türkiye’de… Şunu bilelim ki, minik Aylan ve onun gibi kimyasal silahlarla hayatları söndürülmüş; binlerce başka çocuğun kör gözlere dahi batan cesetleri, Batı’nın mühürlü ve kararmış vicdanlarının yola gelmesi için yeterli olmayacak. Batı yine hinliğine devam edecektir!..
http://akademikperspektif.com/2015/10/06/aylanin-cesedi-ve-avrupanin-vicdani/

28 Şubat: Eski Türkiye’nin Post-Stalinist Süreci



Türkiye’de esas iktidar kurumunun Milli Güvenlik Kurulu olduğu öteden beri iddia edilirdi. Milli Güvenlik Kurulu’nun bir danışma organı olmanın ötesinde, hükümetin ve meclisin üstünde muktedir bir güce ve konuma sahip olması, hiçbir normal demokratik ülkede rastlanmayacak bir durumdur. Milli Güvenlik Kurulu’nu meclis ve hükümetin üstünde bir yere oturtan unsur, bu kurula askerlerin egemen olmasıydı. Başka bir ifade ile asker, Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla ülkede vesayet kurmuştu. Askeri vesayet, aslında MGK’nın vesayetiydi.

Eski Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu, belirli gündemlerle toplanır ve hükümete direktiflerini bildirirdi. 28 Şubat 1997 Tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu, sıradan bir MGK toplantısına sahne olmadı. Saatlerce süren toplantı sonucunda MGK, bu sefer hükümete direktif verme yerine, direkt hükümetin istifasını istiyordu. Bu toplantı tarihe MGK darbesi olarak geçmiştir.
28 Şubat, Refah-Yol hükümetine yapılan bir darbeden ibaret değildir. 28 Şubat, bütün topluma dayatılan tahakkümcü, otoriter ve totaliter bir süreçtir. 28 Şubat MGK kararlarıyla, bütün toplumun bir hiç olduğu ifade edilmiştir. MGK Üyesi beş general, yetmiş beş milyondan üstündü. Kendilerini yetmiş beş milyonluk Türkiye’den üstün gören beş kişi, 28 Şubat sürecinin bin yıl hatta sonsuza kadar süreceğini iddia ediyorlardı. Bu söylem, aslında 28 Şubat’ın Türkiye’nin sadece o gününü değil, geleceğini de esir alma darbesi olduğunu göstermektedir. 28 Şubat, bütün toplumun insan haklarını hiçe sayarak, herkesi köleleştirme anlayışıyla yapılmıştı.
28 Şubat darbecileri, kendilerini tanımlama konusunda çok yaratıcıydılar. Zamanımızın en önemli akımı olan post-modernizmden mülhem alarak darbeciler, 28 Şubat’a Post-modern darbe diyorlardı. 28 Şubat’a Post-modern darbe demek, post modern düşünceye aslında tecavüz etmektir. 28 Şubat, post modern bir darbe değil, Post-Stalinist bir darbedir.
Toplumu baştan aşağı yeniden dizayn etmek isteyen 28 Şubat’ın Post-Stalinizmi, üniversiteleri, sermayeyi, yargıyı, basını kısacası her şeyi esir almıştı. Gazete manşetleri, militerler tarafından atılıyor, gazeteciler hakkında andıçlar hazırlanıyor, yargı mensuplarına brifingler veriliyor, kısacası herkese haddi bildiriliyordu.
28 Şubat Darbesinin Post-Stalinist niteliği, bu darbenin yarattığı kurum olan Batı Çalışma Grubu’nun dayandığı felsefede gizlidir. Bütün toplumu fişleyen, herkese tehdit olarak bakan Batı Çalışma Grubu, bütün milleti düşman olarak konumlandırmıştı. Millete karşı mücadeleyi yeni bir kurtuluş savaşı olarak telakki eden BÇG, sayısız insanın hak ve özgürlüğünün gasp edilmesine, hayatının kararmasına neden oldu.
28 Şubat Post-Stalinist darbesi, ideolojik olarak irtica, başörtüsü yasağı ve laiklik üçlüsüne dayanan bir söylem kullanıyordu. İrtica söylemi, resmi ideolojinin toplumu ötekileştirmek için kullandığı totaliter bir kurguydu. Başörtü yasağı üzerinden eski Türkiye’nin oligarkları, topluma had bildiriyorlardı. Laiklik’ten Stalinist ateizmi anlayan 28 Şubatçılar için, din ve vicdan özgürlüğünün hiçbir anlamı yoktu.
28 Şubat, karanlık sürecinde insanlık tükenmişti. Her tarafı bir cinnet ve çılgınlık havası kaplamıştı. Medine Bircan isimli bir hanımefendi, başörtülü olduğu gerekçesiyle bir hastanenin acil servisine alınmamış ve hayatını kaybetmişti. Medine Bircan faciası, 28 Şubat sürecinde yaşanılanların cinnet ve vahşet derecesine vardığını gösteren unutulmaz bir trajedidir. Medine Bircan’ın hayatını kaybettiği hastanenin acil servisinin önüne bir utanç anıtı dikilmelidir. Dikilecek utanç anıtı, insana hayatı kaybettirmenin utancını hepimize hatırlatmalı, insanı kurtarmanın, hayatı her şeyin üstünde tutmanın değerini bize anımsatmalıdır.28 Şubat süreci, insan hayatına saygı düşüncesini yerle bir eden bir süreçtir.
Bugünün yeni Türkiye’sinde başörtüsü yasağı artık bir tarih olmuştur. Laiklik ve irtica tartışmaları üzerinden artık topluma müdahale edilmemektedir. İnsanların refah düzeylerinin arttığı ve özgürlük alanının genişlediği bir iklimde bulunuyoruz. MGK, artık hükümete emreden değil, emir alan konumdadır. Ordu, bugün hükümetten gelen emirleri uygulama şeklinde normal görev sınırlarına çekilmiş durumdadır. Bütün bu olumlu ortama rağmen, bugün ikinci bir 28 Şubat tehlikesiyle ülke karşı karşıya bulunmaktadır. Paralel yapı denilen oluşum, istihbarat, yargı ve emniyet başta olmak üzere devlet içindeki örgütlenmesiyle hükümete, siyasete ve topluma tahakküm etmeye çalışmaktadır. Türkiye, paralel yapı Stalinizmiyle yüz yüze bulunmaktadır. Türkiye, 28 Şubat Post-Stalinizmini tasfiye etti, Bugün Türkiye’nin önünde duran büyük meydan okuma, paralel yapı Stalinizmini tasfiye etmesidir.
http://akademikperspektif.com/2015/09/30/28-subat-eski-turkiyenin-post-stalinist-sureci/



Göçmen Sorununa Avrupai Çözümler



Avrupa’yı en fazla sarsan, Avrupalılık değerleri olarak anlaşmalara giren insani konuları en çabuk unutturan konu, göçmenler.

Bir çok AB ülkesinde komşu AB üyesinden gelenler bile göçmen olarak görülüyor. Doğu Avrupa ülkeleri AB’ye katıldığında, Fransa’da Polonyalı muslukçuların gelip Fransız muslukçuları işsiz bırakacağı yönünde büyük bir infial yaşanmıştı. Benzer biçimde batı Almanlar, akrabaları olan Doğu Almanları aralarına almamışlar, hatta bir Doğu Alman olan Merkel şansölye olunca basın yıllarca onun bu kimliğiyle uğraşmıştı.
Sonraları, Sarkozy başta olmak üzere birçok AB üyesi ülke lideri, Romanlarla uğraşmaya başlamıştı. Önce otobüslere doldurup şehir dışlarına göndermişler, ardından bu insanların Bulgaristan ya da Romanya’dan geldiklerine karar verip, yine otobüslerle onları gözlerinin görmeyeceği yerlere yollamışlardı.
AB’nin bir diğer sorunu da Afrika’dan gelen göçmenler oldu; bu sorun Akdeniz’i geçip İtalya kıyılarına ulaşan Afrikalılardan kaynaklandı. Bir dönem İtalya o kadar bunalmıştı ki, tüm gelenlere AB kimliği verip bu insanların İsveç’e kadar gitmelerinin önünü açmakla tehditler savurur hale gelmişti.
AB içinde kampa kapatma
Göçmenler üzerinden devletlerin birbirlerini tehdit etmesi, zaten başlı başlına insanlık dışı bir politika. Ancak ne yazık ki bu Avrupa’da artık normal karşılanıyor. O kadar normal karşılanıyor ki, bulunan çözümler bile sorgulanmıyor. Örneğin Afrika’dan gelen göçmenler için bulunan çözüm, Akdeniz’e kıyısı olan AB üyesi devletlere para verilmesi ve onların da bu paralarla gelen göçmenlere ya kamplarda bakmaları ya da geri yollama masraflarını karşılamaları.
Bu arada İtalyan ya da İspanyol polisi nelerle uğraşır, siyasiler bu maddi manevi yükün altından nasıl kalkar, hiç düşünülmemişti; hala da düşünen yok. Başka yerlerden gelenler ortalıkta gözükmesinler, bir yerlere kapatılsınlar da ne olursa olsun.
Ancak Suriye kriziyle birlikte, işler AB açısından çığırından çıkmış görünüyor. Zira Ortadoğu’dan gelen göçmen sayısı çok artmış durumda, üstelik radikal İslami terör tehdidi var, dolayısıyla bu insanların AB topraklarında kapatılacakları yer bulmak giderek zorlaşıyor. Üstelik konu Akdeniz’den Ege’ye, yani daha kolay geçilebilecek bir hatta kaymış durumda. Artık göçmen teknelerini batırmakla ya da TIR’lar içinde ölüme terk etmekle de bu insanların göçü engellenemiyor.
AB dışında kampa kapatma
Neyse ki, bu soruna da çare üreten siyasiler çıkıyor. Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere bunlardan biri. Ege’den AB’ye ayak basan göçmenlerin Türkiye’den geldiğini beyan eden bakan, Türkiye’de 2 milyona yakın Suriyeli göçmen olduğunu açıklamış.
Bu açıklama, “ne yapacak bu Türkiye” türünden bir endişeye karşılık gelmiyor. Tam tersine, 2 milyona bakan, daha fazlasına da bakar demeye getiriyor. Bunu, bulduğu çözümden anlıyoruz.
Alman Bakan, AB fonlarından para ayrılıp bununla Türkiye’ye büyük bir göçmen kampı yapılmasını önermiş. Ortadoğu’dan tüm gelenlerin buraya kapatılmasını öngördüğüne göre, muhtemelen bu kampın epeyce büyük bir yer olması ve yaklaşık 4 milyon kişiyi de barındırması beklentisinde. Kısacası Türkiye’nin bir ilini bu insanlara tahsis etmesini istiyor. Nasıl olsa Türkiye AB üyesi de olamayacağına göre, çöplerin kapının dışına süpürülmesi makul bir çözüm olarak görülmüş olmalı.
Ancak bir konu daha var ki o da Alman bakanın Türkiye’yi nasıl bir ülke olarak gördüğüyle ilgili. Belli ki Bakan Türkiye’yi “çöpün dökülebileceği yer” olarak görüyor. Yazık. Ama bu algının oluşmasında belki bizim de katkımız vardır ve öz eleştiri yapmamız gerekiyordur.
http://akademikperspektif.com/2015/09/27/gocmen-sorununa-avrupai-cozumler/

Bebek'te gizli toplantı!



Partiler 1 Kasım'a nasıl ve kimlerle gideceğini açıkladı. Herkesin bir değerlendirmesi var. Ama maalesef yıl 2015! Her şeyin başı ALGI... Bunu kim iyi yönetirse ipi o önde göğüsler...
Çok yakın bir dostum önceki hafta kendisine gelen bir bilgiyi benimle paylaştı. "Kesinlikle aramızda kalsın!" diyerek noktaladık. Bu arada iki çok önemli dostumdan ayrı ayrı bu bilgi tekrar geldi.
Doğruluğunu inanın bilmiyorum. Ama ŞEHİR DEDİKODUSU! Okuyunca içinde ne kadar fazla doğru barındırıp barındırmadığına siz karar verin.
Dedim ya DEDİKODU! Ama uzun zamandır özlediğimiz cinsten... Kaliteli ve cezbedici...
Ben aktarayım siz de notunuzu verin...
Daha önce yazmıştım! Kemal Derviş Bey, Demirtaş'ı ABD'ye çağırıp BENENSON'la masaya oturttu.
Dünyaya açılan pencere BENENSON oldu. Obama'nın da kampanyasını yürüten oluşum yani... 7 Haziran'a HDP böyle girdi. Saz da söz de espriler de BENENSON'un işiydi. Bana gelen bilgilere göre HDP Benenson'la devam ediyormuş... İşte buradan sonrası ilginç... 
İşte bana aktarılan o dedikodu! Benenson'un iki akıllı üyesi geçtiğimiz günlerde Türkiye'ye geldi.
Bazı basın kuruluşlarının temsilcileriyle BEBEK'te buluştu. Toplantının yapıldığı yer birDEVLETE aitti!
Ama Bebek'teydi. MUHALİF olarak kimi biliyorsanız hepsi oradaydı.
Hatırlayın, Erdoğan'ın ameliyat olduğu dönem Ricciardone HİLTON'da gizli bir toplantı yaparak 4 gazeteciye "Erdoğan'ın sağlığı nedir?" diye sormuştu. Sağlık toto oynamıştı.
Benzeri bir toplantı şimdi BEBEK'teydi. İlgili ülkenin KONSOLOSU yoktu. Toplantıda"Erdoğan'sız bir Türkiye için ne yapabiliriz, HDP'yi nasıl parlatabiliriz" konusu masaya yatırıldı. Benenson'u temsil eden BAYANIN "Bir yalanı ne kadar fazla sıklıkla söylersek ve ne kadar inanarak tekrarlarsak inanın herkes bunu DOĞRU kabul edecektir" sözü toplantının gizli KOD'u oldu!
PKK ile HDP'nin ayrı oluşumlar olduğu sıklıkla vurgulanacak ve HDP'nin aslında PKK'ya karşı çıktığı vurgusu sıklıkla yapılacaktı. PKK silah zoruyla HDP'ye OY toplarken arada kavga var ALGISI oluşturulacaktı. Bazı HDP'li yöneticilerin PKK tarafından DARP edilmesi, zarar görmesi bile masadaydı!
Seçim kampanyası boyunca HDP'li vekilleri AK Parti ile yanyana ve kolkola göstererek MİLLİYETÇİ OYLARIN MHP'ye akması hedeflenecekti. İngiliz BENENSON halihazırda yürütülen BÜYÜK PROJELERİ sarsacak bir ekip kurulmasını da gündeme getirdi.
Mesela Üçüncü Havalimanı, üçüncü köprü gibi oluşumlar sabote edilecek ve ortaya çıkanACI TABLO görevli BASIN tarafından abartılarak halka duyurulacaktı. KAOS için elden gelen yapılacaktı. Böylece projeler tartışılmaya başlanacaktı.
Toplantının bitimine yakın ilgili ülkenin KONSOLOSU odaya girerek masadaki iki gazeteciyi (temsilciyi) alıp üst kata çıktı. Ve kendi özel isteklerini sıraladı. Bunun için destek istedi. 
Neyse devam... Toplantının ana gündem maddelerinden biri Erdoğan'ı sevimsiz göstermekti! Bu nedenle eşi, ailesi, çocukları, damadı, yakınları ile ilgili ev, arsa, para, iş temalı haberler sıkça yapılacak, TEKZİP metinleri 2 KASIM'dan sonra yayınlanacak şekilde alt yapı hazırlanacaktı. Yani DARBEYİ vuracaklar ama "Bu yalan yanlış" deseniz bile gerçek çok sonra ortaya çıkacaktı. Bu haberler karşısında sinirlenen Erdoğan sahaya inecek, bu iddialarla göğüs göğüse vuruşacak ve böylece yıpranacaktı.
Sinirli hali öne çıkarılıp belirlenen hedefe daha rahat gidilecekti.
Sadece aile hedeflenmedi. Erdoğan ile Davutoğlu arasında ciddi tartışma ve kavga var iddiaları sık sık gündeme getirilecek, böylece tabanın güveni zedelenecekti. Bu amaca hizmet etmek için pekçok KÖŞE şimdiden hazırdı bile... "Kavga var" haberlerinden sonraSOSYAL MEDYA devreye girerek iki kanadın gerçekten kavga etmesinin önünü açmak için adımlar atılacaktı. Bir medya grubu ise Erdoğan'a karşı Davutoğlu'nu korumaya alacak ve içerideki kopuşun hızlanması istenecekti. Bir de işin PARA tarafı vardı.
TÜSİAD elindeki finansal gücü kullanarak iş yaptırdığı orta ve küçük ölçekli işadamlarınaÖDEME yapmayacak, ya batmaları ya da sarsılmaları sağlanacaktı. Seçim öncesi KAOS bir tek AK PARTİ 'ye yaramazdı. Petrol dünyada düşerken bizde benzin fiyatları artıyordu! Temel mutfak ihtiyaçları hiç ucuzlamıyordu!
Hepsi plan dahilindeydi. "Ekonomi kötü" algısı meydana getirip AK Parti'nin artık bu ülkeyi yönetemediği yalanını sıklıkla tekrar edip "GERÇEK"e dönüştüreceklerdi.
Büyük ihalelerde de yolsuzluk ve usulsüzlük HABERLERİYE kaos'u besleyeceklerdi.
SELDEN TRAFİK KAZALARINA, UÇAK FACİALARINDAN TOPRAK KAYMALARINA KADAR HERŞEYİ AK Parti'ye bağlayacaklardı. Partinin içine yerleştirilen KRİPTOLARLA hem Davutoğlu hem de ekibi irrite edilecek, bir başkasına yanaşarak "Siz bu işi daha iyi yaparsınız!" diyerek içeriyi karıştıracaklardı. Başka gündem maddeleri de vardı... Bunların hepsi DEDİKODU olabilir. Ama bunu aktaranlar CİDDİ DOSTALARIM olduğu için GERÇEK de olabilirdi. Bilemiyorum. Ama ben Erdoğan hastayken Hilton Oteli'nin bir katını kapatarak bir gruptan 4 gazeteciyle görüşen ABD Büyükelçisi'ni biliyorum... Kendisi gitti, bu akıllarda kaldı... Böyle bir toplantının olma ihtimali var mı? Bebek gibi bir yerde biraraya gelme sözkonusu olabilir mi? Çekinmeden bu isimler saatlerce aynı masada oturabilir mi? Vallahi bilemiyorum. Bildiğim tek şey daha önceden bunun olduğu!
Ben üç ayrı kanaldan gelince SAĞLAMASINI bir türlü yapamadığım bu DEDİKODUYU aktarmak istedim. Doğruluğu hakkında hiçbir fikrim yok. ŞEHİR DEDİKODUSU sadece... Kabul etmek gerekir ki AKLA yatkın!
Siz karar verin! Masada konuşulanlar bize çok mu uzak?
Erdoğan'ı devirmek isteyenlerin alenen elele tutuştuğu bir ortamda GİZLİ BİR TOPLANTIimkansız mı?
BİLEMEDİM!
Bunu ilk kez paylaşan dostuma "Bu aramızda kalsın" demiştim. Bana kırılacak biliyorum. Ama ikinci ve üçüncü kanal da aynı DEDİKODUYU getirince paylaşayım istedim.
Dedim ya, sadece DEDİKODU! Ateş olmayan yerden duman çıkmaz! Ancak ben ne ateşi ne de dumanı gördüm. Sadece pazarı dedikoduyla geçirmek istedim...
Bunu yaparken de hiç isim vermedim...
Bilgi sahiplerinin ilgisini bekliyorum!


Ergün Diler