Pasta savaşı


Kavga küresel ölçekte sürüyor. Giderek de aratacak.
Charlie Hebdo'dan sonra gelen PARİS saldırısı gerginliği tavan yaptırdı. Senaryo gereği Müslüman olması gereken gençler ellerinde bomba ve Kaleşnikoflar'la ortalığı kana buladı. Fransa'yı titretti.
Avrupa Birliği için UYKUSUZ GECELER başlattı.
Charlie Hebdo, Peygamberimize karikatürle başlayan saldırılar, Paris derken dün MALİkarıştı...
Fransa'nın daha yeni DARBE yaptığı ülkede OTEL basıldı.
Buraya geleceğiz ama arada Türkiye'de hiç konuşulmayan önemli bir ayrıntı kaldı!
Paris saldırısında 132 masum insanın ölümünden sonra FRANSA kırmızı alarm verdi. Saldırının egemenlikleri olan her toprak parçasında süreceğini biliyorlardı.
Onlar da tıpkı FERGUSON'da olduğu gibi Amerika'yı en zayıf yerinden, SİYAH NOKTASINDAN vurmak istedi. Yine bir polis ile siyahi genç arasındaki gerginlik ölümle bitti. 24 yaşındaki Jamar Clark, polis kurşununa hedef oldu... Polislerin ismi açıklanmadı, hemen izne gönderildi. Clark'ın "tehdit, soygun ve küçük miktarlarda uyuşturucu bulundurmaktan" sabıkalı olduğu iddia edildi. Ancak bu daha sonra asılsız çıktı. Bunun üzerine Minneapolis ve Ferguson'un batısında ayaklanan 100 bini aşkın siyahi Amerikalı, polislerin yargılanmasını istedi. 100'ün üzerinde otomobili ateşe veren siyahlar, polisin Clark'ı suçlayan ifadelerinin yalan olduğunu söyledi.
Gösterilerde 14 kişi gözaltına alındı. 11 kişi de yaralandı. Şehir alev topuna döndü...
Bu Paris'ten hemen sonra Fransızlar'ın CIA'ya verdiği mesajdı: "Sizi evinizde rahat bırakmayız!" Tabii, Ortadoğu ve Afrika YÜZYILLIK planla şekillendirilmek isteniyordu. Eski oyuncuların sınırlandırılması ve devredışı bırakılması amaçlanıyordu. Amerika bunu yapmaya mecbur, Fransa ve Avrupa'nın da bunları koruması kaçınılmazdı... Hollande göreve geldikten sonra Afrika'daki sömürgelerini ikişer kez ziyaret etti. Ancak MALİ farklıydı. Buraya tam 7 kez gitti.
Zaten yakın dönemde DARBE ile kontrolü tekrar ele aldı. Ancak Fransızlar bunları yaparken Amerika hiç boş durmuyordu. 
Burkina Faso: ABD, Burkina Faso'nun Ogadogu bölgesinde 2007 yılından bu yana askeri üs bulunduruyor. Ogadogu'daki üs ABD'nin bölgedeki istihbarat faaliyetleri için kullandığı üs olarak biliniyor.
Buradan havalanan casus uçaklar, Mali, Moritanya ve Sahra bölgeleri üzerinde uçuşlar gerçekleştirerek istihbarat topluyor.
2015 yılında 4 bin Amerikan askeri daha bölgeye gitti. 
Kongo: ABD askeri birliği, "Tanrının Direniş Ordusu" isimli Hristiyan isyancı grubu aramak için Kongo'ya geldi. Ne zaman?
2015... 
Orta Afrika Cumhuriyeti:ABD, Orta Afrika Cumhuriyeti'ne (OAC) Nisan 2013'te küçük bir grup asker gönderdi. Terörle başa çıkmak için çırpınıyorlar!
Çad: ABD, Boko Haram'la mücadele etmek için 4000 asker gönderdi. 
Mali: Mali'ye 2013 Nisan'ında 10 asker gönderen ABD, buradaki birliğin çatışmalara dahil olmayacağını açıkladı. Ancak Boko Haram nedeniyle bölgeye 3 bin asker gönderdi. Yıl 2015. 
Nijer: ABD, 2014 yılında askeri hava üssü kurdu. Drone'ların bulunduğu üste 100 ABD askerinin görevlendirildiği ve istihbarat toplama faaliyetlerinde çalıştıkları duyuruldu.
Nisan 2015'te ise 3 bin asker daha bölgeye gitti. 
Gine: ABD, 2015 yılının ilk günlerinde ülkeye 2 bin asker gönderdi.
Cibuti:ABD'nin Afrika'daki en büyük askeri birliği burada.
Ülkedeki Lemonnier Kampı'nda ABD'nin 4 bin askerlik bir birliği bulunuyor...
Tabii bizler MAGAZİNLE, SPORLA uğraşırken bunlardan haberimiz olmuyordu.
Adamlar dünya çapında PAZAR KAVGASI yaparken bizler içeride "Nasıl istikrarsızlık meydana getirebiliriz?" diye düşünüyorduk! Sarayı manşetlere taşıyor, ALTIN KLOZETyalanıyla ülkeyi karıştırıyorduk... Zaten bu oyunu ANLAMADIĞIMIZ İÇİN GELİP DÜMENE GEÇİYORLARDI. İki ateş arasında bu nedenle kalıyorduk... Ülkeyi biz yönetemeyince kumanda onlara geçiyordu. Düne kadar... Neyse... Devam... Fransa ve Amerika arasındaİSTİHBARAT SAVAŞLARI yaşanırken, Avrupa uyuyamazken, tiyatrolar, galeriler, müzeler, sinema salonları, stadlar boşalırken FRANSIZ HABER AJANSI SUR'a 15 GAZETECİgönderdi... Yeni yeni... Demek ki Diyarbakır ya da etrafında OPERASYON yapılacaktı ve birileri bunun için kendi ülkesini bırakıp buralara kadar geliyordu...
Hendeklerle PKK ile uğraşıyorlar, askerin polisin giremediği alanlara ellerini kollarını sallayıp girebiliyorlardı. Neden? Müslümanlar'ı kucaklamak için yola çıkan Ankara'yı KÜRT SORUNU ile durdurmak için olmasın sakın! DÜŞÜNÜN! Dün OTEL baskınının yaşandığıMALİ gerçekten Afrika'daki kilit ülkelerden biriydi. Otel Radisson Blu'nun sahipleri de ilginçti... Otel zinciri CARLSON şirketine aitti. Ailede şirket yetkilerini Marilyn Carlson Nelson ve Barbara Carlson Gage kullanıyordu...
Carlson Nelson, "Fransa bizim için çok önemli. Çünkü dünya turizminin kalbine kan, Fransa'dan gider. Paris benim için başkadır. Orada okudum. Her yıl birkaç kez Paris'e giderim. Çok önemli iş anlaşmaları hep Paris'te imzaladım" diyecek kadar FRANSIZ'dı!MALİ ayrıca yerin altındaki zenginlikleri ile çok farklı bir parantezi hak ediyordu!
Afrika'da yerin altında olan ne varsa hepsi bu ülkede mevcuttu. Hepsinde de rezerv olarak ilk 3'teydi...
Altın, elmas, bakır, mermer, alçıtaşı, kaolin, fosfat, lityum ve kaya tuzu gibi madenler yönünden çok ciddi potansiyele sahip olan Mali'de özelleştirme 12 yıl önce yapıldı. 3 yıl sonra yani 2018 yılında bu süre doluyordu! Anladınız mı kavgayı!
Devam...
Şimdi bir de unutulan ve görülmeyen bir detaya daha gidelim...
Fransa, bir eşi olmayan şekilde Mistral adını verdiği helikopter gemisi üretti.
Rusya bu gemilerden 4 tane almak istedi, 2 tanede anlaşıldı.
Rusya parasını da ödedi ama Fransa 1 milyar dolar tazminatı göze alarak bu gemileri Rusya'ya vermedi.
Üstüne üstlük geçenlerde Mısır'a sattı.
Fransa satıştan vazgeçmenin nedenini Ukrayna olaylarına bağladı.
Rusya gemileri alabilmek için bu gemiler için özel üretilen K-52 helikoperlerinden bile almaya razı oldu ama Fransa yine de satmadı.
Bu nedenle RUS MEDYASI Paris saldırılarını eleştiren hiçbir şey yazmadı!
Yazmaz da...
Yani Fransa, Afrika ve Ortadoğu'nun yanı sıra SÜVEYŞ için de büyük oynuyor, büyük zar atıyordu! Rahatsızlık buydu! Hem yeraltı zenginliklerini, hem de geçiş yollarını tutmak istiyordu. Avrupa için hayati önem taşıyan bu hareket Amerika'nın sonu demekti...
Kavga bu! Türkiye işin tam merkezinde...
Amerika da Avrupa da kazanmak için ANKARA'yı yanına almak durumunda... Tabii bunu da şeker dağıtarak yapmayacaklar... DENGENİN tam ortasında Türkiye var...
İki güçten birinin ipini çekecek! Bir yanda içlerine yıllardır bizi almayan Avrupa, diğer yanda bizi ÜS gibi gören ABD... İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'ndan sonraki en büyük PASTApaylaşımı geldi Ankara'yı öne çıkardı... Biz bir şey yapmasak bile gelip elimizi öpecekler. Ama AKILLI YOL ALDIĞIMIZDA BÜYÜK TÜRKİYE eski günlerinden daha da görkemli olarak geri gelecek. Bu adamların hepsi bunu biliyor, tek bilmeyen bizim içerideki yabancılar... Ne dersiniz? Haksız mıyım?

Erdoğan onun yanağını da okşar mı?


Daha düne kadar “Gandi Kemal” şamatası yapanlar 1 Kasım'dan sonra CHP'nin başına lider bulmak için adeta yırtınıyorlar.
Ulusalcı bir muhterem de, CHP'nin başına Ekmeleddin geçsin, deyiverdi.
Bununla da kalmadı, şöyle sürdürdü: “Ne o beğenemediniz mi? Kendi partinize genel başkan olarak beğenmediğiniz adamı, memleketin başına neden beğendiniz o halde kardeşim? Ngaeden bizi mecbur ettiniz, neden tıpış tıpış oy vermemizi istediniz?..”
Adamcağız haksız mı?
O değil de, Ekmeleddin deyince, şimdi benim aklıma cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde tedavüle soktukları, “Ekmek için Ekmeleddin” sloganı geldi.
Bakıyorum da, aynı insan evlatlarının alayı “başkanlık sistemine” karşı.
Ne alakası mı var?
Olmaz olur mu, Ekmeleddin Bey cumhurbaşkanı olsaydı nerden nasıl ekmek verecekti?
İcranın başı olmadan ekmek vadetmek ne demektir muhteremler?
Hadi, meramımı Çalışkan Koray'ın da anlayacağı şekilde hülasa edeyim: Ekmek vadeden cumhurbaşkanına başkan denir…
E hani, başkanlık sistemine karşı çıkıyor, diktatörlük falan diye kafa ütülüyordunuz?
Ah pardon, başkan sizden olunca, mesela, Kılıçdaroğlu başkan seçilirse, diktatörlük olmuyordu değil mi?
Yani…
Bir tek Sayın Erdoğan başkan olunca “diktatörlük” söz konusu.
Mahut “diktatör” martavalını dillendiren “muhalifler” içinde, Obama'nın Erdoğan tarafından okşanan yanağının kılı olmak için kırk takla atacak o kadar insan tanıyorum ki!
Erdoğan, yanaklarını okşaması şöyle dursun, bunları, Beştepe'ye davet etse, İstanbul'dan yayan yola çıkarlar.
Bir defasında, kendine “muhalif” diyen (Erdoğan'ın yeminli düşmanı) oldukça tanınmış birine, “Erdoğan çağırsa gitmez misin?” diye sorulmuştu da, “Koşa koşa giderim” cevabını vermişti.
Hiç utanmamıştı.
Hazır laf utanmazlığa gelmişken, Ali Koç'a geçmenin tam vaktidir.
Bana soracak olursanız, CHP'nin başına ne o ne bu ne şu geçsin, Ali Koç geçsin.
Çok da iyi olur.
CHP, İstanbul sermayesinin ve Aydın Doğan medyasının “arka bahçesi” olmaktan çıkar, çiçek gibi “ön bahçesi” olmuş olur.
Maskeli balo da biter; CHP de biz de kurtulmuş oluruz.
Yok yok merak etmeyin, Ali Koç gibi bir kapitalistin CHP Genel Başkanı olmasından aslan sosyal demokratlar ve dahi devrimci yoldaşlar rahatsız olmaz.
Bakınız, Antalya'da düzenlenen B20 zirvesinde Ali Koç yoldaş ne demiş: “Eşitsizliği asgari düzeye indirmek için yapılacak çok fazla senaryo var. Paradigmalar değişmeli. Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir…”
Nasıl, beğendiniz mi?
Sizi bilmem ama ben çok beğendim, içimden yanağını okşamak geldi, o derece yani.
Bilmem ki, Erdoğan, onun da yanağını okşar mı?
Ben olsam okşardım.
“Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir” ne demektir?
Valla helal olsun; “bizi ortadan kaldırın” demesine ramak kalmış.
Gerçi muhteremin mensup olduğu network şu sıralar kapitalizme değil, asgari ücretin 1.300'e çıkmasına karşı, ama, olsun...
Zaten en çok da bu haliyle CHP Genel Başkanlığına yakışıyor ya!
Ali Koç'un mezkur konuşması üzerine sendikacılar da “Ali Koç Türk İş başkanı olsun” demişler.
Olabilir tabii canım, CHP Genel Başkanı olmayacaksa, olsun.
Hatta ona bakarsanız, bu haliyle, nevzuhur “Antikapitalist Müslümanlar”ın başına da geçebilir.
Bir şartla ki, eski dostumuz İhsan Eliaçık kadar “teoloji” bilmesi lazım.
En azından, Müslümanların nasıl cehennemlik, deistlerin, ateistlerin ve eşcinsellerin nasıl cennetlik olduklarına dair (hâşâ) Kur'an'dan sağlam delil getirebilsin.
Bu haliyle en uygun yer, CHP Genel Başkanlığıdır derim, başka da bir şey demem.

Korku ve Selanik


Seçimden sonra muhalefet cenahında, hele bunların yayın organlarında eğlenceli işler oluyor.
Bir kısmı, halka ettiği küfürlere muhalefet liderlerine yakıştırdığı şık sıfatları da ekledi. 
"Madem ki sözümü dinlemiyorsunuz, aha da yazarlığı bırakıyorum" diyen zavallılar çıktı. 
"Bundan sonra iktidarın yaptığı güzellikleri de yazacağım" diyen "dönme uzmanı" profesyonel dönmeler görüldü.
Taraf gazetesi "vallahi biz aslında solcuyduk" ayaklarına yatıyor ve Fethullahçı geçmişini gözlerden kaçırıp HDP'yi kurtarmaya çalışıyor. (Hocaefendi de bir yandan AKP seçmenine "sünnetsizler" diyor. Hani enselenip getirilse "ben peygamber sünnetini kastetmiştim" deyip sıyıracak. "Kitapsızlar" şeklindeki hakaretine de herhalde "evinde kütüphanesi olmayanlar demek istedim" şeklinde bir kulp bulacaktır!) Demirören gazeteleri "biz zaten tarafsızdık" yalanına sığındılar.
Aydın Doğan medyası da "şimdi barış ve huzur zamanıdır" teranesiyle, yemiş olduğu herzeleri unutturma telaşında. Aydın Bey ve adamları "Yusuf Yusuf" diye mırıldanıyorlar.
Bak bak gül, biraz dinlen gene gül.
Bazı postalcıların durumu da içler acısı. Yok, AKP'ye oy verenlere "inek" diyenler değil. (Öte yandan "AKP'ye oy vermek aşağılık bir davranıştır" yazan beyin haşlamalarını da adam yerine koyup eleştirecek değiliz.) Bunlar, faşist mi komünist mi olacaklarına bir türlü karar veremeyen Kemalistler.
Bir ara Doğu Perinçek'i ittirmeyi denediler, şimdi ona da kızıyorlar:
Hazret binde 35'ten binde 25'e düşmüş...
Oysa Perinçek, bir ara "Kılıçdaroğlu denilen saftırığı kandırıp CHP listesinden kendimi meclise atabilir miyim" hesapları yapmıştı.
Binde 35 oy almış adam, "seçim ittifakı yaparsak sizi yüzde 35'e yükseltebilirim" diyordu...
Kılıçdaroğlu bile yutmadı, postalcı basın yuttu.
Ama halk "Yunanistan'dan ada mada istemediğini" de gösterdi, komünist mi faşist mi olacağına karar verememiş postalcılara.
Şimdi postalcı yazıyor: "Seçimde oy artışı olarak en büyük zaferi kazanan parti AKP görünüyor ama gerçek öyle değil"...
Peki hangisiymiş?
Komünist Parti'ymiş! Bu komünist parti hangi komünist parti? Kuaför Vili'den ayrılan Manikürcü Perihan misali, TKP'den ayrılan KP... T'si yok.
Çünkü efendim, haziran ayında 13 bin olan oy sayısını şimdi 65 bine yükseltmiş!
Devrim yakındır yoldaşlar.
Ay o Kılıçdaroğlu da bari Kerenski olsun kardeş!
Ama bunun için önce başbakan olması gerekir. CHP bu tempoyla giderse 2049'da falan iktidara geleceğine göre, KP de daha sonra devrimini yapar.
Böylece, Internet sitecilerinin çok sevdikleri Bulgar Kâhin Vanga da haklı çıkmış olur. Gerçi merhume, devrimi daha erken öngörmüştü ama o kadarcık kusur Bulgar kızında bile bulunur.

Türkiye’de her şey olursunuz... Bir tek rezil olamazsınız!


Şair-Yazar Murathan Mungan’ın çok güzel bir sözü vardır...

Der ki;
“Türkiye’de her şey olursunuz, bir tek rezil olamazsınız... Çünkü çok kolay unutuyoruz. Örneğin politikada batarsınız, daha sonra müsteşar olursunuz. İş dünyasında batarsınız, kimse hatırlamaz, yeni bir şirket kurarsınız.”
Tam isabet!..
Gerçekten de, Türkiye’de “her şey” olunuyor ama bir tek “rezil”olunmuyor!..
AHH, BİR UTANSALAR!
Şu hâle bakın;
l CHP Genel Başkanı Bay Kemal Kılıçdaroğlu; “3 genel seçim, 2 yerel seçim, 1 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi” olmak üzere, “tam 7 seçim” kaybetmiş ama, hâlâ “Genel Başkanlık koltuğu”nda oturmaya devam ediyor ve üstelik, hâlâ “başarı”dan söz ediyor!..
Ya Devlet Bahçeli?..
l MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de; 6 Temmuz 1997’den bu yana “7 genel seçim, 4 yerel seçim, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi”olmak üzere, “toplam 14 seçim kaybetmiş”, dahası; 1 Kasım’da; “7 Haziran’daki 40 milletvekilini kaybetmiş” ama, hâlâ diyor ki;
l “Milletimiz koalisyon kurmaktan köşe bucak kaçan AKP’ye tek başına iktidar vizesi ve görevi vermiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi ise devlet ve iktidarın tüm imkanlarıyla mücadele ederek, dik duruşunu koruyarak, milli ve tarihi emanetlere sahip çıkarak, dahası tüm tuzakları bozarak, oy ve milletvekili sayısı itibariyle yeterli olmasa da TBMM’de temsil edilme imkanına yeniden kavuşmuştur.(...)
Milliyetçi Hareket Partisi’nin zayıflaması, kaybetmesi ve hatta baraja takılması maksadıyla siyasi tarihimize kara bir leke gibi geçecek her neviden saldırı icra edilmiştir.
Buna rağmen köklü geçmişiyle; şerefli, imanlı, milli ve tavizsiz mensuplarıyla iç içe geçen ve kenetlenen partimiz zalimlerin yazdığı hükmü yırtıp atmıştır.”
l HDP’nin Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise; “siyasette yeni” olmasına rağmen, o da “kaşar”lara uydu!..
Seçimlerden önce; 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kastederek;
“HDP’nin ölüsü yüzde 13 oy alır... 1 Kasım akşamı olacakları önceden söyleyeyim: Tekrar seçime gittiğine pişman olacak, ‘Keşke ben bu seçimi tekrarlamasaydım’ diyecek. O zaman HDP yüzde 13’tü, şimdi yüzde 15 oldu. O zaman 80 vekil çıkarmıştı, şimdi 100 vekil çıkardı diyecek. 1 Kasım’da halkın iradesine saygı duymadığı için pişman olacak” diyen Selahattin Demirtaş; 1 Kasım’da, sandıktan “tam 21 milletvekilini kaybederek” çıktı ama, kameraların karşısına geçip, sonuçları “HDP’nin zaferi” olarak açıkladı ya, pes doğrusu!..
Murathan Mungan haklıymış!..
Türkiye’de, gerçekten de “her şey” olunuyormuş ama “rezil”olunmuyormuş!..
Bu ne “pişkinlik” Allah aşkına?..
Bu ne “kösele suratlı”lık?!?..
İnsan, utana-sıkıla kameraların karşısına çıkar ve der ki:
“Millet bize bir ders verdi... Ama biz; milleti nerede üzdüğümüzü, nerede hata yaptığımızı tek tek araştıracak, kendimizi affettirmeye çalışacağız!”
Bunu desinler,
Canımın içini yesinler!..
Ama bunlarda “utanma” yok!.. Yüzleri “kösele” kaplı olmalı ki, hiç kızarmıyor!..
İSTİFA ETMESİNLER, ÇÜNKÜ!
Aslında var ya;
Her üç genel başkanın parti tabanlarından ve hatta eski milletvekillerinden “istifa” çağrıları geliyor ama, ben onların istifa etmelerini istemiyorum...
Niye istemiyorum?..
Çünkü, merhum üstad Necip Fazıl Kısakürek der ki;
“Ey düşmanım;
Sen benim ifadem ve hızımsın...
Gündüz geceye muhtaç,
Bana da sen lâzımsın!”
Hele söyleyin;
Eğer, Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve Demirtaş’ın “beceriksizlik”leri olmasaydı,AK Parti bu oy oranına ulaşabilir miydi?..
Onlar beceremedi ki,
AK Parti başarılı oldu...
RAKİPLERİ TOLGA ÇEVİK!
Demek ki, neymiş;
“Gündüz, geceye muhtaç,
Biz de muhalefete muhtacız!”
Ama, bu muhalefete!..
“Kongre”sini, “Kurultay”ını yapmış, “genel başkanlarını değiştirmiş”muhalefete değil!..
Bırakalım otursunlar yerlerinde!..
Bırakalım, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a saldırıp, “Sultan” derken, kendileri; yaşadıkları “hezimet”lere rağmen “saltanat” sürmeye devam etsinler!..
Yerlerinde kalsınlar, “saltanat” görsünler, “koltukları işgal etmeye” devam etsinler ki, başka koltuklara göz koymasınlar!..
Mazallah, “koltuk”larını bir kaybederlerse, ne yapacaklar?..
Bu kadar “komiklik”ten sonra;
“Komedi Dükkânı”na el koyabilirler, Tolga Çevik’i kapı dışarı edebilirler!..
Öyle ya;
Bunlar “genel başkanlık”tan olurlarsa, bundan sonra “Komedi Dükkanı”ndan başka dükkan işletemezler!..
Bunların, AK Parti’ye “rakip” olamayacakları, bir defa daha ortaya çıktı... Bunlar, olsa olsa Tolga Çevik’e rakip olurlar!..
Gerçekten “komik”ler!..
“Çok komikler!”
Tolga Çevik, dikkat etsin kendine. “Komedi Dükkanı”nı elinden alabilirler!..
İSTİFA, YAZARLARA YAKIŞIR!
Dedim ya; yaşadıkları, “hezimet”e rağmen “istifa” etmesinler!..
Hem, “genel başkanlar”dan önce; onlara “yol gösteren” gazeteciler,“akademisyen”ler ve “köşe yazarları” istifa etmeli değil mi?..
l “AKP” lafzını bırakarak “AK Parti” demeye başlayan Zaman ve Hürriyetgazeteleri, seçim sonrasında yaptıkları yayınlarla resmen “beyaz bayrak”açtı. Hürriyet, dün birinci sayfasından bir “mektup” yayınlayarak, “Devlet içindeki her türlü illegal yapılanma ile mücadelede hükümetin yanındayız” mesajı verdi.
l HDP lideri Selahattin Demirtaş’ı CNN Türk’teki programına çıkararak“saz” çaldıran, “HDP’ye oy ver kurtul” altyazısı ile adeta propaganda yapan Ahmet Hakan ise Hürriyet’teki köşesinde Demirtaş’ın PKK’ya karşı gelemediğini ve lider olamadığını yazdı.
l Paralel Yapı’nın Today’s Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş de bundan sonra Türkçe yazı yazmayacağını, “milletin bunu hak etmediğini” söyleyerek, “rezil olamayanlar” kervanındaki yerini aldı!..
Gördünüz ya;
Kimi kıvırıyor, kimi kıvranıyor!..
Ama “istifa”yı düşünen yok!..
ÇALIŞKAN AKADEMİSYEN!
Hepsi bir yana da;
“CHP’li Akademisyen(!) Koray Çalışkan”a ne demeli?..
Adam, seçimlerden önce; “Paralel İhanet Çetesi’nin televizyon kanalı”na çıktı ve “1 Kasım’da AK Parti’nin yüzde 47 oy alacağını” tahmin eden Adil Gür’e demediğini komadı!..
“Rezil olacaksınız” dedi,
“Şarlatanlar” dedi!..
“Ben siyaset bilimciyim, ben araştırmacıyım” deyip, ekledi:
“Biz bu araştırmaların metodolojisini öğreten insanlarız... Bu adam, nereden çıkarmış yüzde 47’yi?.. AK Parti, kesinlikle yüzde 47 oy alamaz!
Yüzde 47’yi bırak, ona yaklaşamaz bile!.. Yüzde 40’ı bulsun, mutlu olsun!..
O zat, seçimden sonra bir daha araştırma yapmasın!.. Hadi çıksın benimle televizyona... Eğer haklı çıkarsa; bırakırım, ben bu akademisyenliği bırakırım!”
Peki, Koray Çalışkan adlı “CHP’li akademisyen”(!) “istifa” etti mi?..
Etmedi!..
Peki, Adil Gür için “Şarlatan!.. Rezil olacak” derken, kendisi “rezil” oldu mu?.. Ya da, asıl “şarlatanlığı” kendisinin yaptığının farkında mı?..
Hayır, farkında değil!.. “Rezil” olduğunun da farkında değil!..
Ama, Murathan Mungan demiş ya;
“Türkiye’de her şey olursunuz, bir tek rezil olamazsınız!”
Türkiye’de, Koray Çalışkan gibi “CHP’li Akademisyen” olursunuz, Bülent Keneş gibi “Paralelci gazetede Genel Yayın Yönetmeni” olursunuz, Ahmet Hakan gibi; “Aydın Doğan’a garson, Ertuğrul Özkök’e deve yularcısı, Hürriyet’e yazar” olabilirsiniz!..
Evet, her şey olursunuz;
Bir tek “rezil” olamazsınız!..
Çünkü, “rezil” olmak için,
İnsanda “yüz” olmalı!..
“Yüzsüzler”, rezil bile olamaz!.
 ***************************************************************************
2015 yılındayız ama YSK, hâlâ yayın durduruyor!
Yanılmıyorsam, “Üst Kurul”lardan en çok şikâyet eden siyasilerden biri de,Bülent Ecevit’ti!.. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “Üst Kurullar Cumhuriyeti” olduğunu söylerdi!..
Haksız da sayılmazdı...
Zira, Türkiye’de, elini sallasan “Üst Kurul”a çarpıyor!.. Yüksek Seçim Kurulu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Rekabet Kurulu, Sermaye Piyasası Kurulu, Kamu İhale Kurumu!..
Say babam say... 
Her taraf Kurul!..
Kurulmuşlar “Eski Türkiye”nin başına; sürekli talimat yağdırıyorlar!..
Meselâ RTÜK, meselâ YSK!..
“1961 Anayasası Anlayışı”nı hâlâ devam ettiren bu YSK; 2015 Türkiyesi’nde, kalkmış; “Tek kanallı Türkiye yasaları”nı dayatıyor ve“Yayınlarda adil davranmadın” diyerek, “A Haber’e 17 kapatma, Kanal 24’e 2 uyarı 2 kapatma cezası” veriyor!..
Hiç düşünmüyorlar ki; 
Artık sadece TRT yok, artık “özel kanallar” var!.. 
Özel kanallar da;
İstediği partiye, istediği kadar yer verir!..
Heyy YSK’cılar!..
Artık uyanın... 
“2015 yılında”yız!..

Akıllı ol Selahattin



İktidar partisi beş aydır "başkanlık sistemi" isteğini rafa kaldırmıştı ya da buzdolabına koymuştu ama bundan vazgeçmiş değildir.
Onlar vazgeçseler, biz vazgeçmiş değiliz.
Başkanlık sistemi olsaydı, çok şükür beş ayla sınırlı kalan ve şimdi tarihe karışan "fetret devri" hiç mi hiç yaşanmayacaktı. Memleket yaz boyunca yerinde saymayacaktı. Bu parantez hiç açılmayacaktı.
AKP'nin şimdiki koltuk sayısı 317... (Bendeniz İstanbul sermayesinin yardakçıları gibi sıkıyı görünce lafı "Ak Parti'ye" çevirecek adam değilim. Fabrika ayarlarıma dönmedim çünkü Koç fabrikasının ürünü değilim, ayarım yok. Vidalarımı kimse sıkmadı.) 
Bu sayı icraat için mükemmel, anayasa için yetmez.
Anayasa için 13 kişi daha lazım. (360 gerekmiyor, çünkü anayasa 360 kişiyle de yapılsa 330 kişiyle de yapılsa, nasıl olsa referanduma sunulacaktır.)
Bu 13 kişi nereden gelebilir?
MHP ya da CHP'den değil herhalde... Bahçeli ve Kılıçdaroğlu gibi iki "siyasi zavallıdan" değil.
HDP bari bu sefer olsun akıllı davranabilse...
Haziran ayında eline nasıl tarihi bir fırsat geçmişti, nasıl... 
"Anayasa şartıyla koalisyona varım, görüşmeleri hemen başlatalım, başkanlık sistemine peki diyorum, özerkliği tartışalım" diyecek, AKP'yi köşeye sıkıştıracaktı. AKP bundan kolay kolay kaçamazdı.
Böyle yapmadı, anayasa görüşmelerini başlatacağına savaşı yeniden başlattı.
Ve de cumhurbaşkanına küfür etmeyi tercih etti, 80 kişiyle gelmişti, 59'a düşüverdi.
Gerçi içlerinde "iktidara geleceğiz" ya da "diktatör kaçacak" diye dangalak dangalak konuşanlar vardı ama meclise 80 kişi sokabilmek bile onlar için çok büyük bir başarıydı, değerlendiremediler.
Zarar yok, 59 kişiyle de bu iş biter.
Keke Selo, bu sefer akıllı olacak mısın? 
"Barış marış değil düpedüz bağımsızlık istiyor" diyenleri mahcup edecek misin?
Savaşa devam etmek isteyen ve hiç ummadığı ağır bir tokat yiyen PKK'nın akıl hocalarına bu sefer hayır diyebilecek misin?
Yoksa hırçın ve terbiyesiz tutumunu sürdürecek ve "bu adamdan lider mider değil, olsa olsa ancak belediye reisi olur" diyenleri mi haklı çıkaracaksın?
Kadronun da pek akıllı olduğu söylenemez.... Bir yandan memlekette 1 Kasım'da hiçbir şey olmamış gibi bu sefer de Siirt özerklik ilan ediyor (kodese girecekler), öbür yandan memlekette Kürtçe konuşmak yasakmış gibi Gültan Hanım "inadına Kürtçe konuştum" diyebiliyor...
Ya MHP'den ve/veya CHP'den hepi topu 13 kişi kopar da AKP bu sefer yeni anayasayı onlarla yaparsa? O zaman anlarsın Hanya'yı Konya'yı.

Bu Ayıpları Ancak Aydınlar İşler


Japonya ile münasebetlerimiz, II. Abdülhamid Han’dan beri iyidir. Atom bombası, tarihte ilk defa II. Cihan Harbi’nde Japonya’ya karşı kullanıldı. Perişan oldular. Mağrur batı, II. Dünya Harbinde farkında olmadan bu harbin iki ayrı uçtaki mağlubu Japonya ve Almanya’ya büyük bir iyilik yaptılar. Bir karar alarak adı geçen iki devletin silahlı kuvvetler barındırmasını yasakladılar. Bilindiği gibi hazinelerin ciddi bir bölümü savunma masraflarına harcanır. 10 yıl evveline kadar bizde savunma masrafları, eğitim harcamalarının önündeydi. Ordudan mahrum kalmak elbette ve asla tercih edilecek bir seçim değildir. Ama böyle bir “şer”, Almanya ve Japonya’ya “hayr” olarak geri döndü. Elde kalan para ve millî hırs, onları ekonomiye, ticarete, keşfe, otomotive, elektroniğe sevk etti.

Bu iki devletle münasebetlerimiz en az 125 yıllıktır. Bu zaman zarfında çok hadiseler yaşandı. Abdülhamid Han’ın muhalifi çoktu, bazıları -hatta- zâlim denecek kadar gaddardı.. O’na “kızıl sultan”, “müstebit” gibi ağır iftiralar atılıyordu. Ancak devrin münevverlerinden kimse kalkıp Japon veya Alman imparatoruna veya oralardaki bir müesseseye Türkiye imparatoru aleyhine mektup yazmıyordu. Onlar, bütün hamakatlerine rağmen bunu vatana ihanet sayacak kadar sorumluluk sahipleriydi.II. Abdülhamid’in temasta bulunduğu yalnızca Japonya değildi. Aynı temaslar, eş zamanlı olarak Almanya ile de yapılmıştır. Bir anlamda o teşebbüslerin devamını yaşıyoruz. Yıldız Sarayı’nda bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Almanya şansölyesini ağırlarken dün de Sultan Abdülhamid Han, Alman kayzeri II. Friedrich Wilhelm’i ağırlıyordu.
Devlet reisimiz aleyhine yabancı devlet adamlarıyla kurumlara mektup yazma ayıbını şimdilerde yaşıyoruz. Bugünün çeyrek aydını istikbale eser değil, yarınlara yüz kızartıcı nameler bırakmakta. “Bu kadar cehalet ancak tahsille kazanılır!” sözünü doğrulayan şaşkınlıklara şahit olmaktayız. Gündem, seçim ve terör başta olmak üzere çok yüklü olduğundan sebeplerin sebebi hükmündeki asıl ciddi mes’eleler gözden kaçmakta.
Sn Cumhurbaşkanı, iki hafta evvel Japonya’yı ziyaret etti. Programda Waseda Üniversitesi’nin Tayyip Erdoğan’a fahri doktora beratı takdim etmesi de vardı. Bunu haber alan ismi lazım olmayan bir öğretim üyeleri derneği, kalkıp buralardan apar-topar o üniversite idaresine bir mektup yazarak ülkelerinin cumhurbaşkanına o beratı vermemelerini istediler. Tabii Japonlar, mektubu gönderenin burada saksağanlar derneği kadar bile bir ağırlığı olmadığını bilemezlerdi. Böyle bir hafiflikle karşılaşınca herhalde şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklenmişlerdir. Mektubun bir ayıp vesikası olmaktan öte hükmü olmadı ama Türkiye akademik hayatı için yüz kızartıcı oldu.
O mektubun mürekkebi henüz kurumamıştı ki Angela Merkel’in Türkiye’ye gelmesi haberi alındı. Bu defa başka veya belki de aynı akademisyenler zihniyet isbatına kalkıştılar. Değişik üniversitelerden bir miktar imza toplayarak Alman başbakanına mektup yolladılar. Halbuki onların bazılarının mensubu oldukları üniversiteyi, şikâyet ettikleri o insan kurmuştu. Mektupta “ziyaretiniz, Tayyip Erdoğan’la Ahmet Davutoğlu’na destek olacağından Türkiye’ye gelmeyin!” deniyordu. Şüphesiz ki Angela Merkel ve Alman bürokratlar da bu münasebetsizliği okuyunca hem hayret etmiş ve hem de ayıplamışlardır. Mektup sahipleri, sözde tahsil yapmış ve güya akademik unvanlar da almışlardı ama onları mülteciler, AB, vize, terör gibi yurdumuz için yüksek önemdeki bahisler alakadar etmiyordu.
İyiler bir tarafa, bizde çok prof, kitap hamalıdır.
Sırtlarında kitap taşır fakat anlamazlar.
İşte onulmaz derdimiz aydın sancısı.
Aydın yabancılaşması.
İlim, irfan fukaralığı.
Mankurtluk.