Yeniden “Güvenli Bölge” Tartışmaları




Geçen hafta Suriye’de “güvenli bölge” tartışmaları yeniden alevlendi. Konunun gündeme gelmesini, Trump’ın ABD ordusuna verdiği DAEŞ’le mücadele için alternatif planların hazırlanması emrinin bir parçası olarak düşünmek gerekir. Plan, aynı zamanda Trump’ın mülteci karşıtlığına çare bulmayı, geldikleri yerlerde tutmayı hedefliyor. Teorik olarak bu fikir Avrupa’da da hatırı sayılır taraftar bulabilir.
Ancak, Suriye’deki askeri, siyasi ve ekonomik tabloya bakınca düşüncenin hayata geçirilmesinin hiç de kolay olmadığı görülüyor. Bu gün sayıları 6.5 milyonu geçen mülteciler için Suriye’de “güvenli bölge/bölgeler” inşa etmenin önünde ciddi zorluklar olduğu açık. Başka bir ifadeyle, önceki yıllarda var olan fırsatlar artık kaçırılmış gibi görünüyor.
Her ne kadar teorik olarak güvenli bölgeler, savaştan kaçan insanlara hayatta kalma imkânı vermeyi amaçlıyor, asgari yaşam koşularını sağlıyor olsa da fiiliyatta sonuç böyle olmayabiliyor. Niyet açıklamaları da buz dağının görünen, kamuoyuna pazarlanan kısmı olarak gündeme geliyor.
En önemli sorun, kimlerin “güvenli bölgelere” dönmeye razı olacağıdır. Doğal olarak, bu yeni bir tartışma başlatacaktır. Birleşmiş Milletler verilerine göre Suriye’ye komşu ülkelere kaçan insanların sayısı bir hayli yüksek. Türkiye’de üç milyon, Lübnan’da 1.5 milyon, Ürdün’de 1.250. 000, Kuzey Irak’ta 250 bin Suriyeli mülteci bulunuyor.
Trump’ın “güvenli bölge” fikrinin hayata geçirilmesi ancak havada ve karada güvenliğin sağlanmasıyla mümkün. Bunun kim/kimler tarafından, kimlere karşı sağlanacağı, cevabının baştan verilmesi gerekiyor. Tabloya baktığımızda, muhtemel hedef kitleler kadar, kriz çıkarabilecek faillerin listesi de bir hayli uzun. Öyle ki bu günlerde yürürlükte olan ateşkese uymayı taahhüt eden grup sayısının binlerle ifade edilmesi işin vahametini gösteriyor. Söz konusu grupların hem mücadele edilecek fail, hem de korunacak kurban olması ise bu tabloda hiç de sürpriz değil. Dahası, meşruiyeti ve siyasi konumu farklı aktörlerin statülerinin değişimi bazı sponsorları memnun etmeyebilir. Örneğin, şimdilerde daha güçlü ve askeri alanda mesafe almış olan Esad rejiminin konumu ne olacak? Belki de tek iyi haber, herkesin DAEŞ’e karşı olması.
Cevabı aranan diğer soru, güvenli bölgelerin kurulacağı sahalar olacaktır. Seçilen bölgeler, aynı zamanda “orta vadeli politik niyetlerin de ilanı” anlamına gelecektir. Mevcut askeri tablo üç bölgede, Türkiye, Ürdün ve Irak sınırı boyunca güvenli bölgelerin inşa edilebileceğini söylüyor. Örneğin, Türkiye sınırı boyunca Suriye topraklarında güvenli bölge ilanı, PKK/PYD merkezli siyasi ve askeri gelişmelere işaret ederken, aynı zamanda Kürtler ve Araplar arası çatışmanın ve rekabetinin de temellerini atacak demektir.
Afganistan’dan Afrika’ya yaşanan tecrübeler “güvenli bölgelerin” askeri yönünün göz ardı edilemeyeceğini söylüyor. Güvenli bölgelerin, iç savaşın ömrünü uzatma etkisi bir gerçek. İç savaşlar, insani yardımların 1/10’nun mültecilere, geri kalanının ise silahlı gruplara gittiği bir eko sistem yaratır. Bunu anlamı, lojistik ve personel sorununu çözmüş silahlı grupların savaşı mümkün olduğunca uzatmalarıdır. Çünkü bu tablo, halkı deniz haline getirirken, gerillaya balık olma imkânı verir.
Trump’ın niyetlerinin/planlarının Rusya, Türkiye, İran ve Esad tarafından kabul görüp görmeyeceğini bilemiyoruz. Trump her alanda olduğu gibi Suriye konusunda da açıklamaları, raftan indireceği yeni planları ve uygulamalarıyla herkesi Suriye’yi askeri, politik ve ideolojik açılardan yeniden okumaya zorluyor.

Referandum: Vesayetçi İktidardan Halk Egemenliğine




Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi’ Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki safahatı sona ererek teklif kabul edilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanının 15 günlük yasal süresi içerisinde teklifi onaylaması ve Resmî Gazete’de yayımlanması sonrasında (60. günü takip eden ilk pazar günü) siyasi tarihimizin yedinci halk oylaması veya referandumu ülke gündemine gelecektir.

Demokratik yönetim sistemlerinde halk egemenliğinin kullanılma biçimi açısından üç yöntemin varlığı söz konusudur. Bunlar; Doğrudan Demokrasi; Temsili Demokrasi; ve Yarı-Doğrudan Demokrasi yöntemlerinden oluşmaktadır. Yarı-doğrudan demokrasi yönteminde egemenliğin kullanılmasına halkın katılımı; halk vetosu, halk teşebbüsü ve halk oylaması yoluyla gerçekleşmektedir. J. J. Rousseau’nun, ‘egemenliğin devredilmezliği’ ilkesinden ilham ile halk oylaması/referandum, Fransız ihtilali sonrasında uygulanmış olan bir doğrudan egemenlik kullanım ve siyasal katılım aracı olmuştur. Temsili demokrasinin kısıtlarını da gidermek adına burada halkın iradesinin doğrudan ve aracısız biçimde belirlenmesi durumu söz konusudur. Hukuki açıdan referandum, egemenlik hakkını temsilciler aracılığıyla kullanan halkın demokratik özne olarak yasama sürecine etkin katılımını ifade etmektedir. Siyaset bilimi açısından ise referandum, demokratik sistemin proaktif bir aracı olarak katılımcı siyaset kültürünü besleyecek bir araç olarak değerlendirilebilir.
Siyasi tarihimizde ilk kez, 1961 Anayasasının kabulüne ilişkin bir halk oylaması gerçekleştirilmiştir. Yeni bir anayasal düzen öngörüsünü halk iradesine sunan söz konusu kurucu/anayasal referandum, %60,04 oranında kabul oyu ile sonuçlanmıştır. Benzer nitelikte bir değişimi (yeni Anayasa) içeren 1982 yılında gerçekleşen halk oylamasından %91,37 evet oyu çıkmıştır. Siyasi yasakların kaldırılmasının halk oylamasına sunulduğu 1987 referandumu, %50,2 oranında kabul oyu ile sonuçlanmıştır. 1988’de yerel seçimlerin bir yıl erkene alınmasını içeren teklif ise, %35 evet, %65 hayır oyu ile nihayetlenmiştir. Cari anayasal düzenimizde kısmi değişiklikler içeren 2007 yılındaki referandumda, %68,95’lik oy oranıyla anayasa değişikliği kabul edilmiştir. 2010’da yapılan 26 maddelik anayasa değişiklik referandumu ise, %57,88’lik bir oy oranıyla halk iradesinin onayını almıştır.
Referandum kampanyası sürecinde siyasi partilerin (iktidar ve muhalefet) üretecekleri söylem ve argümanlar ile kampanya stratejileri büyük önem arz etmektedir. Öngörülen hükûmet sistemi reformunun, demokratik siyasal sistemimizde ne türden bir dönüşüm gerçekleştireceği ve gelişim potansiyeli üreteceği net bir dille ve argümanlarla kamuoyuna aktarılmalıdır. Bu süreçte konvansiyonel medya, kamuoyunu aydınlatma yükümlülüğünü etkin biçimde yerine getirmek adına işlevini icra etmelidir. Demokratik toplum yapısının vazgeçilmez unsurunu oluşturan sivil toplum örgütleri de bu kampanya sürecinde demokratik toplumun katılımcı pratiği adına etkin olmalıdır.
Çok partili yaşama geçtiğimiz günden bugüne, parlamenter hükûmet sisteminin, iktidar ve muhalefetiyle siyasi partiler üzerinden politik meşruiyetlerine mütenasip siyaset üretme iradeleri farklı vesayet aygıtları ile sistematik biçimde ipotek altına alınmıştır. Demokratik siyasetin hukuksal/anayasal zeminini veya imkânını oluşturabilmenin mücadelesinin verildiği son 15 yıllık dönemde bile, meşru politik iktidara karşı, parti kapatma davası, e-muhtıra ve darbe kalkışması yoluyla, apolitik hegemonya varlığını devam ettirmiştir. Parlamenter hükûmet sisteminin siyasal alanı doldurmasını ve bürokratik vesayet karşısında muktedir olabilmesini imkânsız kılan vesayetçi güç öbeklenmeleri sürekli biçimde kriz üretim potansiyelini sürdürmüşlerdir.
Öyle ki, 15 yıllık Ak Parti iktidarı, istikrarı temin eden sosyo-ekonomik politikaları, temel hak ve özgürlük politikaları, toplumsal refah ve kalkınma hedefleri açısından ortaya koymuş olduğu görece başarılı siyaset pratiğine rağmen, vesayetçi güç odakları karşısında parlamenter sistemin kırılgan yapısını tam anlamı ile tahkim edememiştir. Bu noktada ilgili odaklar, parlamenter sistemin üretmiş olduğu meşru siyasal iktidarı ontolojik anlamda değersizleştirme ve işlevsizleştirme adına geniş blokaj hatları inşa etmiştir. O yüzden bu reform, parlamenter sistemin çift-başlılık, istikrarsızlık gibi ürettiği mekanik arızların onarımının ötesinde bir anlam taşımaktadır.
O anlam şudur: Vesayetçi iktidarın sonlandırılması; ve halk egemenliğinin sürdürülebilir biçimde tesis edilmesi.


Başkanlık Sistemi ile Parlamenter Sistemin Karşılaştırılması — İnfografik

I- BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE PARLAMENTER HÜKÜMET SİSTEMİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
  • Başkanlık sisteminde, yürütme organı tek kişiden oluşur, o da başkandır. Başkanlık sisteminde, başkanın dışında sembolik bir devlet başkanlığı makamı yoktur. Başkan hem hükûmet hem de devlet başkanıdır. Başkan tarafından seçilen ve meclisçe onaylanan yardımcıları ise, bir kabine oluşturmazlar. Parlamenter sistemde yürütme organı ikili bir yapıdadır; bir tarafta sembolik yetkilerle donatılmış devlet başkanı, diğer tarafta ise başbakan ve bakanlardan oluşan bakanlar kurulu vardır.
  • Başkanlık sisteminde başkan doğrudan doğruya halk tarafından seçilmektedir. Başkan belirli bir süreliğine seçilir ve kural olarak görev süresi bitmeden görevden alınamaz. Parlamenter sistemde yürütmenin etkin kanadı olan bakanlar kurulu genellikle parlamento içerisinden çıkar. Devlet başkanı ise monarşilerde ırsi olarak, cumhuriyet rejimlerinde ise genellikle parlamento tarafından seçilerek göreve gelmektedir.
  • Başkanlık sisteminde başkan, yasama organının güvenine dayanmaz. Başkanın yasama organının güvenine dayanmaması, görev süresi bitmeden kural olarak yasama organı tarafından güvensizlik oyuyla görevden alınamayacağı anlamına gelir. Dolayısıyla başkan yasama organına karşı sorumlu değildir, sadece kendisini seçen halka karşı sorumludur. Parlamenter sistemde yürütme organı yasama organının güvenine dayanır. Parlamenter sistemde devlet başkanının vatan ihanet suçu dışında görevi ile ilgili herhangi bir sorumluluğu yoktur. Ancak yürütmenin sorumlu kanadı olan bakanlar kurulu, yasama organına karşı sorumludur. Yasama organı, çeşitli denetim mekanizmaları ile yürütme organını denetleyebileceği gibi görevden de düşürebilir. Buna paralel olarak belli şartların gerçekleşmesi halinde devlet başkanına da yasama organını feshetme yetkisi tanınmıştır.
-Başkanlık sisteminde bir kimse, yasama ile yürütme organında aynı anda görev alamaz. Bu sistemde yasama ve yürütme organları arasındaki mutlak ayrılık, yürütme organının yasama organının çalışmalarına müdahale edememesini gerektirir. Parlamenter sistemde yasama ve yürütme organları arasında işbirliği olduğu için bakanlar kurulu üyeleri yasama faaliyetlerine katılabilirler, bakanlar genellikle milletvekilidirler.
Yasama-yürütme ilişkileri bakımından parlamenter sistemle başkanlık sistemi arasındaki en önemli fark; parlamenter sistemde hükümetin parlamentonun içinden çıkması ve ancak onun güvenine sahip olduğu sürece görevde kalabilmesidir. Parlamentonun hükümeti her zaman güvensizlik oyuyla düşürebilme imkânına karşılık, hükümetin de parlamentoyu feshederek yeni seçimlere gidebilmesi, parlamenter sistemin asli unsurları arasında yer alır. Yani parlamenter sistemde, her iki organda birbirlerinin hukuki varlığına son verebilir. Başkanlık sisteminde ise ne yasama, yürütmenin hukuki varlığına son verebilir, ne de yürütme yasama organını feshederek yeni seçimlere gidebilir. Bu sistemde başkan ve yasama organı, halk tarafından genel oyla, ayrı ayrı ve sabit süreler için seçilirler ve bu süre içinde diğer organ karşısında bağımsız olarak varlıklarını sürdürebilirler (1).
II- BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE PARLAMENTER SİSTEMİN KARŞILAŞTIRILMASI (AVANTAJ VE DEZAVANTAJLARI)
PARLAMENTER SİSTEMİN AVANTAJLARI
Parlamenter hükümet sistemi; kuvvetlerin yumuşak ayrılığına dayanan ve yürütmenin devlet başkanı ve bakanlar kurulu olmak üzere iki ayrı kanattan oluştuğu bir hükümet sistemidir. Bu sistemde yürütme fonksiyonu, sorumsuz bir devlet başkanı ile yasama meclisi içinden çıkan ve aynı şekilde meclis kararıyla düşürülebilen bakanlar kurulu tarafından yerine getirilir. Parlamenter sistemde yürütme ile yasama arasındaki bu organik bağ, onu diğer hükümet sistemlerine nazaran bazı konularda avantajlı hale getirmiştir. Bu avantajlar üç başlık altında incelenebilir:
1) Parlamenter hükümet sistemi esnektir.
Bilindiği gibi başkanlık sistemi, kuvvetlerin sert ayrılığına dayanan, yasama veya yürütme erkinin göreve gelmesi veya görevinin sona ermesine ilişkin sürece diğer erkin müdahil olması mümkün olmayan bir sistemdir. Bu sebeple başkanlık sisteminde, ne kadar kötü yönetim sergilerse sergilesin, başkanın görev süresi sona ermeden, yasama organı tarafından görevden alınması mümkün değildir. Böyle bir imkânın bulunmaması, başkanın otoriter eğilimler gösterdiği durumlarda sistemi güvencesiz bırakmaktadır. Oysa parlamenter hükümet sisteminde bakanlar kurulu ancak yasama organının güvenine sahip olduğu sürece görevde kalabilir. Halk nezdinde itibarını yitirmiş ve kötü yönetim sergileyen hükümeti görevden alabilmek için dört veya beş yıl beklemeye gerek yoktur (2). Parlamento bir kararı ile böyle bir hükümetin görevine son verebilme yetkisine sahiptir.
Siyasal sistemde tıkanıklıklar, sadece yürütme organının beceriksizliği veya kötü niyetinden kaynaklanmaz. Parlamentonun da bu tıkanıklıkların sorumlusu olması her zaman mümkündür. Bu sebeple parlamenter sistemlerde yürütme organına fesih yetkisi verilebilmektedir. Böylece yürütme organı, yasama organı karşısında tamamıyla güvencesiz bırakılmamaktadır. Hükümet parlamentoyu feshederek yeni seçimlere gidilmesine ve iki erk arasındaki uyuşmazlıkta nihai karar için halkın hakemliğine başvurulmasına karar verebilir (3). Görüldüğü gibi hem güven mekanizması hem de fesih yetkisi, siyasi aktörler ve organlar arasındaki krizlerin bir an önce çözüme kavuşturulmasını sağlar; sorunların kronikleşmesine engel olur. Bununla birlikte, günümüzde hükümetin ve meclisin bu yetkilerini ancak çok istisnai durumlarda kullandıklarını kaydetmekte fayda var.
2) Parlamenter sistem kutuplaşmaya yol açmaz.
Başkanlık sisteminde, sistemin doğası tek bir kişiye ait olan yürütme pozisyonunun bölünmesine elverişli olmadığı için siyasi mücadelenin ya hep ya hiç oyununa dönüşmesi kaçınılmazdır (4). Bu oyun, kazananın her şeyi kazandığı, kaybedenin ise her şeyi kaybettiği bir toplam sıfır oyunudur. Bu sebeple başkanlık sisteminde seçimler oldukça gergin bir ortamda yapılmakta, adaylar ve partiler, adeta toplumsal kutuplaşmayı körüklemektedir.
Oysa parlamenter rejimde siyasi mücadelenin dozu, daha düşüktür. Partiler, birinci sırada yer almasa dahi, kabinede bazı bakanlıkları elde edebilmekte ve siyasi süreçteki etkinliğini devam ettirebilmektedir. Tek parti hükümeti kurulduğu durumlarda ise diğer partiler hükümette pay sahibi olamasa dahi mecliste muhalefetini sürdürüp hükümetin denetlenmesine katılabilir ve hükümetin mecliste çoğunluğu kaybettiği istisnai durumlarda, hükümetin düşürülmesinde rol oynayabilir.
3) Devlet başkanı uyuşmazlıkların çözümünde aktif rol oynayabilir.
Parlamenter sistemlerde devlet başkanı genellikle tarafsız ve partiler üstü bir konumdadır (5). Buna bağlı olarak, gerek hükümet içindeki gerekse hükümet ile meclis arasındaki uzlaşmazlıklarda devlet başkanı çözüme ilişkin adımlar atabilir. Devlet başkanının tarafsız konumu, uyuşmazlığın taraflarında güven duygusu oluşturur; bu sebeple çözüme rıza göstermeleri ihtimali daha yüksektir. Oysa başkanlık sisteminde, başkanın siyasi kişiliği sebebiyle, ya başkan uyuşmazlığın bizatihi tarafıdır, ya da çözüm usulü tarafların en az biri nezdinde kabul görmez.
Parlamenter rejimlerde devlet başkanının bir diğer fonksiyonu ise milletin birliğinin ve beraberliğinin bir sembolü olmasıdır. Bagehot’un belirttiği gibi “Millet partilere ayrılmıştır; fakat Taç hiçbir partiden değildir. (6)” (Pek tabi cumhuriyetlerde Cumhurbaşkanı bu vazifeyi üstlenir.) Başkanlık sisteminde ise devlet başkanı sıfatı taşıyan Başkan, milletin önemli bir kısmı tarafından sevilmez ve icraatlarının halkın tamamı nezdinde kabul görmesi pek mümkün değildir.
4) Parlamenter Sistemde Tıkanıklıkların Çözüm Yolu Vardır.
Yukarıda da belirtildiği gibi yürütme organı yasama organının içinden çıktığı ve onun güvenine dayandığı için bu sistemde yasama ile yürütme organları arasında kriz çıkma ihtimali, başkanlık sistemine nazaran daha düşüktür (7). Çünkü ancak parlamentoda güçlü olan siyasi eğilim hükümeti kurabilmektedir. Bu sebeple yasama organı, kendi içinden çıkan yürütme organının isteklerini dikkate almakta, hükümetin iyi bir yönetim için ihtiyaç duyduğu kanunları, fazla zorluk çıkarmadan kabul etmektedir.
Yasama ile yürütme arasında çıkması muhtemel, ve belki de en tehlikeli uyuşmazlık, bütçe ile ilgilidir. Yasama organı, hükümetin ihtiyaç duyduğu kaynakları aktarmadığında siyasal sistemde kriz kaçınılmaz hale gelir. Bununla birlikte parlamenter sistemde bu tıkanıklığın giderilmesi, başkanlık sistemiyle karşılaştırıldığında çok daha az sancılı geçer. Bir kere; birçok parlamenter rejimde bütçenin hazırlanmasında yürütme organının dahli, alelade kanunlara nispetle daha fazladır. Örneğin Türkiye’de bütçe tasarıları ancak Bakanlar Kurulu tarafından sunulabilir. Bütçe komisyonunda iktidar grubuna ayrıcalık tanınması, Cumhurbaşkanının geciktirici veto yetkisini kullanmasının mümkün olmaması gibi durumlar bütçenin bir krize dönüşmesine engel olur. Parlamenter sistemlerde bütçe, ancak çok istisnai durumlarda kabul edilmez. Bu ihtimalde de bütçenin kabul edilmemesi Bakanlar Kurulunun görevinin sona ermesinin bir sebebi olduğundan sorun çıkar çıkmaz çözüme kavuşturulur. Başkanlık sisteminde ise bütçenin hazırlanması ve kabul edilmesi yasama organının münhasır yetkilerindedir. Bütçe kabul edilmediğinde Başkanın görevi sona ermez. Böyle bir durumda kamu harcamaları duracağından memur maaşlarının dahi ödenmesi mümkün olmamaktadır.
PARLAMENTER SİSTEMİN DEZAVANTAJLARI
Klasik parlamenter sistemin kuvvetler arasında eşitlik ve denge prensibine dayandığı bilinmektedir. Belirtmek gerekir ki, bugün artık parlamenter sistemin bu saf hali bozulmuştur (8). Parlamenter sistemin dayandığı eşitlik ve denge prensibinin doğal sonucu olarak yasama organı, elindeki denetim mekanizmaları ile hükümeti düşürme ve denetleme yetkisine sahiptir. Yürütme organı da belli şartlarla parlamentoyu feshederek veya seçimleri yenileyerek gücünü gösterme imkânına sahiptir. Ne var ki siyasi parti gerçeği bu iki unsuru da etkisiz hale getirmiştir. Böylece, denetim de bir anlamda ortadan kalkmıştır. Parlamento çoğunluğunun kendi partisinin oluşturduğu hükümeti düşürmesi ya da hükümetin cumhurbaşkanı aracılığıyla kendisinin dayandığı parlamentoyu feshetmesi mümkün görünmemektedir. Bu açıdan parlamenter sistemde fesih yetkisi, ancak hükümetin kendisini parlamentoda daha kuvvetli bir çoğunluğa dayamak için başvurduğu bir müessese haline gelmiştir (9).
Parlamenter sistemin sakıncalarından biri de yürütmenin, seçmenlere karşı doğrudan sorumlu olmamasıdır. Çünkü hükümet seçmenler tarafından doğrudan belirlenmemektedir. Seçmenler sadece temsilcileri belirler ve hükümet bu temsilciler arasından belirlenmektedir. Her ne kadar bakanlar kurulu üyeleri de seçmenin önüne çıkmak zorunda iseler de, bunlar milletvekili olmak için aday olmaktadırlar. Parlamento üyesi olduktan sonra ise bakan olabilmek, başbakanın isteğine bağlıdır (10). Parlamenter sistemlerde hesap sorulabilirlik gerçekleşememektedir. Hükümette görev almış kişilerden hesap sorulmak istendiğinde hepsi sorumluluğu birbirinin üzerine atabilmektedir. Bu açıdan koalisyon hükümetleri, sorumlu ve yetkilinin kim olduğunun belirlenmesinde muğlak bir durum oluşturmaktadır. Ülkemizde 1991 seçimlerinde bu sıkıntı yaşanmış ve 2002 ye kadar bu durum devam etmiştir. 1991 seçimlerinde farklı program ve birbirine yakın olmayan görüşlere sahip DYP-SHP partilerinin koalisyon kurması kolektif sorumluluk ilkesini bozmuştur (11). Bir sonraki seçim döneminde sona ermesi beklenen bu koalisyon dönemi yerini yeni koalisyon pazarlıklarına bırakmıştır. Hükümetler genellikle koalisyonlardan oluşmuş ve 1999 Nisan’ına kadar iki partili koalisyonlar varken Nisan 1999 seçimlerinde hükümet üç partinin bir araya gelmesiyle kurulmuş, dolayısıyla kısa ömürlü ve istikrarsız bir yönetim ortaya çıkmıştır (12).
Parlamenter sistemin sakıncalarından bir diğeri hükümet istikrarının olmamasıdır. Parlamenter sistemlerde, genelde uygulanan nispi temsil seçim sistemi, koalisyonların oluşumuna neden olmaktadır. Örneğin, Fransa’da 1958 öncesi, 70 yılda 104 hükümet kurulmuştur. Almanya’da, Weimar Cumhuriyeti’nde de durum aynıdır. Ülkemizde de zaman zaman aynı durumla karşılaşılmıştır. Örneğin Ülkemizde 1970–1980 arasındaki dönemde 13 hükümet, 1989–2002 yılları arasındaki dönemde de 11 hükümet kurulmuştur. Bu şekilde koalisyonların oluşturduğu istikrarsız tablo karşısında, parlamenter sistemin, başka ülkelerde rasyonelleştirilmiş parlamentarizm denilen tipleri geliştirilmiştir. Bunu gerçekleştirmek için anayasalarda yeni somut düzenlemeler yapma yoluna gidilmiştir. Ne var ki bu sistem de istenilen sonucu vermemiştir. Koalisyonlarda yönetimin toplumsal uzlaşmayı oluşturmada belli ölçüde katkısı olduğu düşünülse bile genelde birçok ülkede kriz çıkardığı ve ciddi sorunları çözemediği de bir gerçektir. Koalisyon hükümetleri, parlamenter bir sistemde oldukça önemli sayılan kabine uyumunu, dayanışmasını ve ortak sorumluluk ilkesini zedelemiştir. Belirtmek gerekir ki hükümet bir bütündür; yürütme organının oluşumundan ve genel siyasetin yürütülmesinden birlikte sorumludur. Öyle ki hükümetin ortak sorumluluğu, parlamenter hükümet sisteminin temel bir kuralıdır (13).
Parlamenter sistemlerin diğer sakıncası ise parlamenter sistemlerde yürütmeye karşı etkin bir yasama denetimi yapılamamasıdır Gerçekten siyasi parti rejiminde, sıkı parti disiplini olduğunda hükümetleri denetlemek oldukça zor bir hal almaktadır. 1961 Anayasasında yasama güçlü tutulmasına rağmen, meclisin denetleme araçlarını kullanmadığı açıkça görülmektedir. Nitekim meclise gelen en etkili denetim mekanizması olan 251 adet gensorunun ancak 2 tanesi kabul edilmiş, 249 tanesi reddedilmiştir (14).
3- BAŞKANLIK SİSTEMİNİN AVANTAJLARI
Başkanlık sisteminin yasama ve yürütme organlarını birbirinden tamamen ayrı tutması bu organların önemli bazı yetkileri karşılıklı olarak paylaşması niteliği uzlaşma zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Bu sistem içerisinde güçlü bir konuma sahip olan başkanın kongre ile iyi geçinememesi halinde, bu durum başkanın hiçbir önemli yetkisini kullanamamasına neden olacaktır. Çünkü kanun çıkarma ve bütçe gibi iki önemli yetki sayesinde başkan kongreye bağlı hale gelmektedir. Dolayısıyla yasama ve yürütme organlarına tanınan yetkilerin aşırı kullanılmasının önüne geçmek için denge ve denetim (check and balance) mekanizmaları getirilmiştir. Buna göre başkan kongreye mesaj gönderebilir ve kongreden geçen kanunları veto edebilir (15). Başkanın bu yetkileri kullanmasına karşın yasama organının bütçeyi kabul etmesi, bakanların ve yüksek derecedeki kamu görevlilerinin atamalarını onaylama gibi yetkilere sahip olması sayesinde her iki organ da kontrollü bir şekilde hareket etmek zorunda bırakılmaktadır.
Başkanlık sisteminin diğer avantajı yasama organı ile yürütme organı arasında sert kuvvetler ayrılığı söz konusu olduğundan yasama organı sadece kendi görev alanı ile ilgili konularda faaliyet yürütecek ve böylece yasama organı üyelerinin bakan olma beklentisi olmadığı için yasama faaliyetlerinde daha bağımsız bir tutum takınacaklardır. Başkanlık sisteminde yasama fonksiyonunda kaliteyi artıran diğer etken disiplinli siyasi partilerin mevcut olmamasıdır. Disiplinli siyasi partiler mevcut olmadığından yasama faaliyetlerinde parlamenterin kendi fikrince doğru olan yönde oy kullanması mümkündür (16).
Başkanlık sisteminin bir avantajı da istikrarlı bir yönetim sağlamasıdır Başkanlık sistemi temsili demokratik rejim türlerinden biri olup sistemin en temel özelliğini sert kuvvetler ayrılığına dayanması oluşturur (17). Bu sistemde sert kuvvetler ayrılığı söz konusu olduğu için yasama organı ile başkan arasında bir bağımlılık yoktur. Dolayısıyla hükümetin güvensizlik oyuyla yasama organı tarafından düşürülmesi söz konusu olmadığından başkan belli bir dönem için görevden alınma endişesi taşımadan icraatını yapacaktır. Bunun sonucu olarak da, başkanlık sisteminin en güçlü yönlerinden biri olan istikrarlı bir yönetim ortaya çıkacaktır. İstikrarlı yönetim, başkanın sabit görev süresine sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sistemde başkan, parlamenter sistemdeki başbakan gibi yasama organı tarafından verilecek bir güvensizlik oyuyla düşürülüp değiştirilemeyeceği için, görev süresinin sonuna kadar iktidarını koruma şansına sahiptir. İki genel seçim arasında yasama organında temsil edilen partiler veya bunların liderleri ya da partilerine sadık olmayan yasama organı üyeleri, yürütme organında değişikliğe neden olabilecek herhangi bir hamle yapamazlar; yapsalar bile bunlar olumsuz etki yaratamaz.
Başkan, güvensizlik oyuyla düşürülme tehlikesi bulunmadığından görev yaptığı süre boyunca parlamento içi dengeleri gözetme ya da parti gruplarının baskısı ile karşılaşma gibi sorunlar yaşamaz. Parlamento üyeleri de başkanı düşürme gibi bir çaba içerisine giremezler. Dolayısıyla başkanlık sisteminde hükümet krizleri yaşanmaz. Buna karşılık parlamenter sistemlerde yasama ve yürütme kuvvetlerinin birbirlerinin varlığına son verebilecek mekanizmalara sahip olmaları bu sistemlere iki seçim dönemi arasında değişen şartlara uyum sağlayacak bir esneklik kazandırırken bu durum aynı zamanda istikrarsızlığa yol açmaktadır. Hükümet istikrarının sağlanması siyasi istikrarın sağlanmasında önemli bir etkiye sahiptir. Ancak hükümet istikrarsızlığı her zaman siyasi istikrarsızlığı doğurmaz. Siyasi istikrarsızlığa yol açan husus daha çok güçsüz ve kötü hükümetlerdir.
Başkanlık sisteminin bir başka avantajı etkin bir yönetimi sağlamasıdır. Başkanlık sisteminde başkan, parlamenter sistemin meclise karşı sorumlu başbakanına göre, karar alırken daha fazla inisiyatif kullanabileceğinden etkin bir yönetimin sağlanabilmesi, önemli kararların daha hızlı alınabilmesi mümkündür. Etkin yönetimin otaya çıkmasını sağlayan bir başka husus, başkanlık hükümeti sisteminde başkanın meşruiyetini doğrudan halk tarafından seçilmesinden alıp, güçlü bir yürütme organının ortaya çıkmasıdır. Yürütme organının bu özelliği güçlü ve etkili bir yönetimin ortaya çıkmasını sağlar. Başkanın güvensizlik oyuyla düşürülme korkusu olmaması, aynı zamanda halka vaat ettiği hükümet programının uygulanmasını kolaylaştıracaktır. Benzer şekilde, sekreterlerin yasama organı üyesi olmamaları dolayısıyla seçmen karşısına çıkıp hesap verme ve bir sonraki seçimlerde seçilememe kaygısı taşımamalarının bir sonucu olarak kamu hizmetleri gereği gibi yerine getirilebilecek ve sekreterler görevlerini seçim yatırımı için kullanamayacaklardır (18).
Başkanlık sisteminin bir avantajı da güçlü bir yönetim sağlamasıdır. Başkanlık sisteminde güç, bir tek kişinin (başkanın) elinde toplandığı için devlet daha iyi yönetilebilir. Böylece oluşacak güçlü icra ise, güçlü devlete neden olacaktır. Parlamenter sistemlerde yürütme gücü cumhurbaşkanı ile başbakan arasında paylaştırdığından, icranın gücü azalmaktadır. Gücün bu şekilde bölünmesi birtakım eksikliklere neden olmaktadır.
Başkanlık sisteminin bir diğer avantajı da daha fazla demokrasi sağlamasıdır. Başkanlık sistemi parlamenter sisteme nazaran demokratik değerlere daha uygun bir sistem olmasıdır. Bu iddianın dayandığı argümanlardan birincisi yürütme yetkisini elinde bulunduran başkanın doğrudan halkoyuyla işbaşına gelmesi sistemi şüphesiz daha demokratik hale getirmektedir. Diğer bir ifadeyle yürütmenin doğrudan halk tarafından belirlenmesi halkın oy verirken kimin yürütme yetkisine sahip olmasını istediğini net bir şekilde ifade etmesi yürütmenin yasama tarafından belirlenmesine göre daha demokratik görünmektedir. İkinci olarak bu sistemde sorumluluğun açıkça belli olması işler iyi gitmediğinde halkın hesap soracağı kişiyi bilmesi sistemi daha demokratik hale getirmektedir. Ancak bazı yazarlar başkanlık hükümeti sisteminde halkın doğrudan başkanın şahsında hesap sormasının mümkün olmadığı hususuna dikkat çekmektedir. Her ne kadar bu sistemde iki seçim dönemi arasında yürütme değişmese de o dönemdeki icraatlardan dolayı sorumluluğun kimde olduğu açıkça teşhis edilebildiğinden bir sonraki seçim döneminde halkın hesap soracağı gözden kaçırılmamalıdır. Üçüncü olarak önceden bilinebilirlik açısından başkanlık sistemi daha demokratiktir. Önceden bilinebilirlik kavramı ile kastedilen seçmenin oy pusulasını atarken oy verdiği adayın kazanması halinde kimin yetkisini kullanacağını bilmesidir. Parlamenter sistemde bir partinin temsilcileri için oy kullanan seçmen partinin başbakan olarak kimi destekleyeceğini bilmediğinden başkanlık sisteminde parlamenter sisteme nazaran önceden bilinebilirlik oranı daha yüksektir (19).
Sistemin daha demokratik olduğunun savunulmasına yol açan bir diğer etken, organların (yasama ve yürütme) görevlerini devam ettirmelerinin birbirlerinin güvenine dayanmıyor olmasıdır. Bu durum özelikle yasama organı söz konusu edilerek savunulmaktadır. Şöyle ki, yasama organı yürütme tarafından feshedilemeyeceğinden daha bağımsız bir biçimde hareket edebilmektedir. Böylelikle, hükümetin ayakta kalması yasamanın desteğinden bağımsız olduğu için milletvekilleri, hükümet politikalarını desteklememeleri halinde siyasal bir krizin çıkması ve hükümetin düşmesi endişesinden uzak olarak kendi görevlerini yapabilmektedirler.
Başkanlık sisteminde parlamento gerçek manada yasa yapmakla uğraşan ve bu işe başkanı karıştırmayan bir konumdadır. Başkan ise sadece yasalar çerçevesinde hükümet etme ve kamu işlerini yerine getirmekle görevlidir20. Parlamenter sistemde ise yasama organı, büyük ölçüde, yürütme organının istekleri doğrultusunda yasa çıkarmaktadır. Günümüz parlamenter sistemlerinde yasama organından geçerek kanunlaşan metinlerin %98’i hükümet tasarısı olarak gelmektedir (21).
Başkanlık sisteminde başkanın yasa teklif etme yetkisi bulunmamakla birlikte başkan, çıkmasını istediği yasaları çeşitli şekillerde telkin edebilmektedir. Amerika’da başkan, Ocak ayında Temsilciler Meclisi ve Senatonun birleşik toplantısındaki nutkunda çeşitli yasaların çıkarılmasını isteyebilir. Fakat kongre başkanın isteği ile bağlı değildir.
Amerikan Başkanlık sisteminin yasama ve yürütme arasındaki ilişkiler bakımından önem arz eden esaslarından biri, başkanın kullanacağı bütçenin kongre tarafından belirlenmesidir. Başkan ancak kongre tarafından kendisine tahsis edilen parayı harcayabilir. Bu sebepten dolayı başkanlar, kongre üyeleri ile iyi ilişkiler içinde olmak mecburiyetindedirler (22).
BAŞKANLIK SİSTEMİNİN DEZAVANTAJLARI
Başkanlık sistemi, diğer hükümet sistemlerinde olduğu gibi avantajları yanında birtakım dezavantajlara da sahiptir. Başkanlık sisteminde, yasama ve yürütme organlarının birbirine etkide bulunma imkânlarının zayıf olması sebebiyle anayasal organlar arasındaki kriz ve tıkanıklıkların demokratik yolla çözülmesi ihtimali son derece güçtür.
Başkanlık sisteminin dezavantajlarından biri de bu sistemlerde her ikisi de halkın seçimine dayanan yasama ve yürütme organlarının birbirlerine karşı ileri sürdükleri diğerine kıyasla daha güçlü bir meşruiyete sahip oldukları iddiasından kaynaklanan çifte meşruiyet sorunudur. Bu sorun, daha çok yürütme gücünün tek sahibi olan başkanla yasamaya hakim olan çoğunluğun farklı siyasi eğilimler göstermeleri halinde söz konusu olmaktadır (23). Bu durumda başkanın halka vaat ettiği icraatları gerçekleştirebilmesi için ihtiyaç duyduğu kanuni düzenlemeleri yasama organından çıkaramaması durumunda, yasama organını ile çatışması söz konusu olabilecektir.
Başkanlık sisteminde başkanın güçlü bir konumda olması, hürriyetler açısından bir tehlike olarak görülmektedir. Ancak kanaatimizce hürriyetler açısından, güçlü bir yürütme tehlike olmaktan ziyade gereklidir. Çünkü vatandaşların sosyoekonomik durumlarının iyileştirilmesi, güçlü bir yürütme sayesinde olacaktır. Hürriyetler açısından önemli olan, yürütme organından hürriyetlere yönelecek tehlikelerin bertaraf edilmesi ve yürütme gücünün kontrol altında tutulmasıdır.
Başkanlık sisteminin dezavantajlarından bir diğeri de katılık problemidir. Başkanlık sisteminde güvenoyu ve fesih gibi kuvvetler arasındaki tıkanıklıkların çözülmesi için gerekli mekanizmalara yer verilmemiş olması siyasal sürecin donmasına yol açmaktadır. Sabit görev süresi boyunca icraatı ne kadar kötü olursa olsun, halkın nazarında itibarını düşürmüş dahi olsa başkanın siyasi sorumluluğuna gidilmesi mümkün olmamaktadır (24). Parlamenter sistemlerde yasama organının sahip olduğu gensoru mekanizması popülaritesini ve meşruiyetini kaybetmiş olan hükümeti değiştirme imkanı vermektedir. Ancak parlamenter sistemlerde yasama organının sahip olduğu bu yetki, iki partili veya ılımlı çok partili ülkeler bakımından pratikte işlemesi pek de mümkün olmayan bir silah niteliğindedir. Çünkü bu örneklerde parlamentoda temsil gücü kazanan partilerden biri tek başına hükümeti kurmak için gerekli çoğunluğu elde etmekte, bu durum ise muhalefet partilerini sahip olduğu gensoru mekanizmasını işletecek güçten yoksun bırakmaktadır (25).
Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme organları birbirinden tamamen ayrılmış, önemli bazı yetkileri karşılıklı olarak paylaşmışlardır. Bu şekilde sistemin yasama ve yürütme organlarını karşılıklı olarak birbirine muhtaç kılmış olması, uzlaşma zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu sistem içerisinde çok güçlü bir konuma sahip olan başkan, kongre ile iyi geçinemediği takdirde hiçbir önemli yetkisini kullanamaz hale gelir.
Başkanlık sisteminin dezavantajlarından biri de sistemin doğası gereği kazananın her şeyi aldığı, kaybedenin ise her şeyi kaybettiği bir tür toplam-sıfır oyununa yol açıyor olmasıdır (26). Bu eleştiri bir yönüyle haklıdır. Gerçekten de başkanlık seçiminde yarışan adaylardan kazanan aday, yürütme gücünün tümünü bir sonraki başkanlık seçimine kadar tek başına kullanma hakkını elde etmekte, kaybeden aday için ise bir sonraki seçimleri beklemekten başka çare kalmamaktadır. Bununla birlikte kaybeden adayın ve onun bağlı olduğu siyasi parti ya da görüşün devlet yönetimindeki karar alma sürecinde her şeyi tamamıyla kaybettiği de söylenemez. Zira başkanlık sisteminin özündeki sert kuvvetler ayrılığından dolayı yürütme organına hâkim olan başkanın yasama organına da mutlak şekilde hâkim olacağı ileri sürülemez. Başkanlık seçiminde başarısız olan siyasi grupların yasama organına ilişkin seçimlerde etkin olma ihtimalleri devam etmektedir. Başka bir deyişle başkanlık seçimini kaybedenler bütün organları değil sadece yürütme organını tamamen kaybetmektedirler. Hatta bu noktada şunu söyleyebiliriz ki esas toplam-sıfırlı oyunun olumsuz etkisi, parlamenter sistemde bir partinin tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu sağlaması durumunda söz konusu olmaktadır. Çünkü böyle bir durumda çoğunluk partisi hem yasama hem de yürütme organına hâkim olmaktadır.

KAYNAKLAR
(1) ÖZBUDUN, Ergun, “Hükümet Sistemi Tartışmaları” , Yeni Türkiye Başkanlık Sistemi Özel Sayısı, Mart- Nisan 2013, Yıl: 9, Sayı 51, s.206.
(2) GÖZLER, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Teorisi Cilt I, Bursa 2011, s.612.
(3) GÖZLER, s.612.
(4) ERDOĞAN, Mustafa, Anayasal Demokrasi, Ankara 2013, s.209.
(5) GÖZLER, s.613.
(6) BAGEHOT, Walter, The English Constitution, New York 2009, s.45.
(7) GÖZLER, Kemal, Türkiye’de Hükümetlere Nasıl İstikrar Ve Etkinlik Kazandırılabilir? (Başkanlık Sistemi Ve Rasyonelleştirilmiş Parlamentarizm Üzerine Bir Deneme), Türkiye Günlüğü, Sayı 62, Eylül-Ekim 2000, s.25–47 (www.anayasa.gen.tr/istikrar.htm; E.T.20.04.15)
(8) KUZU, Burhan, Her Yönü İle Başkanlık Sistemi, İstanbul 2012, s. 89.
(9) KUZU, Her Yönü İle, s.90.
(10) KUZU, Her Yönü İle, s.91.
(11) KUZU, Her Yönü İle, s.95.
(12) GÖZLER, Kemal, Türkiye’de Hükümetlere Nasıl İstikrar ve Etkinlik Kazandırılabilir? (Başkanlık Sistemi ve Rasyonelleştirilmiş Parlamentarizm Üzerine Bir Deneme) , Türkiye Günlüğü, S. 62, 2000, s.31.
(13) KUZU, Her Yönü İle, s.94.
(14) KUZU, Her Yönü İle, s.97.
(15) TURHAN, Hükümet Sistemleri, s. 35.
(16) TUNÇ/YAVUZ, s.47.
(17) TURHAN, Hükümet Sistemleri, s.32.
(18) TUNÇ/YAVUZ, a.g.m., s.42.
(19) GÖZLER, Kemal, Türkiye’de Hükümetlere Nasıl İstikrar ve Etkinlik Kazandırılabilir?(Başkanlık Sistemi ve Rasyonelleştirilmiş Parlâmentarizm Üzerine Bir Deneme), Türkiye Günlüğü, Sayı 62, Eylül-Ekim 2000, s.25.
(20) ERDOĞAN, Anayasal Demokrasi, s.208.
(21) KUZU, Her Yönü İle, s.82.
(22) ÖZER, s..207.
(23) YAZICI, Serap, Başkanlık Sistemleri: Türkiye İçin Bir Değerlendirme, TBB Yayını, Ankara 2005, s.133.
(24) GÖZLER, Türkiye’de Hükümetlere, s.42.
(25) YAZICI, Başkanlık Sistemleri, s.134.
(26) YAZICI, Demokratikleşme Sürecinde Türkiye, s.221

Misak-ı Milli sizi niye bu kadar korkuttu?


Yüz yıllık hesapları biz açmadık. O dosyaları tozlu raflardan biz indirmedik. ABD istilasını, İngiliz emperyal geleneğini biz canlandırmadık. Müslümanların yaşadığı her toprak parçasını talan edilecek ülke olarak biz belirlemedik. Coğrafyayı bir kez daha dizayn etmeye biz girişmedik. Ülkeler için yeni harita taslaklarını biz çizmedik. Afganistan'ı, Irak'ı biz işgal etmedik. Yemen'i, Sudan'ı biz parçalamadık. 



Terörle mücadeleyi küresel siyasi söyleme dönüştürüp hemen her ülkede birden fazla terör örgütü biz kurmadık. Mezopotamya'nın kalbine yerleşip bütün bölgeye terör ve şiddeti biz yaymadık. 21. yüzyılı Ortadoğu için felaket yüzyılı olarak biz belirlemedik. “Müslümanlar kendi içinde savaşacak", “Savaş İslam'ın kalbine yerleşecek", “İslam iç savaşı" gibi kavramları ve güvenlik stratejilerini biz üretmedik. 

Bütün bunları biz değil, siz yaptınız!

Ebu Gureyb'de, Bagram'da ibadet aşkıyla işkenceleri biz yapmadık. Esir ticaretini biz yapmadık, gizli işkence merkezlerini biz kurmadık. “Tarih değişti, 21. yüzyıla yeni dünya düzeni kuracağız" diyerek, “Yeni Amerikan Yüzyılı" diyerek dünyanın yarısını savaşa biz sürüklemedik. 

Coğrafya için yeni Sykes-Picot'yu, Türkiye için Yeni Sevr'i biz gündeme getirmedik. Türkiye-İran-Irak ve Suriye için dörtlü parçalama hesabını biz planlamadık. Birinci Dünya Savaşı dönemini bu bölgeye yeniden çağırıp Ortadoğu ve çevresindeki her ülkeyi parçalama planlarını biz servis etmedik.

Bütün bunları ve daha fazlasını siz yaptınız. Amerika yaptı, İngiltere yaptı, Avrupa Birliği yaptı. Yüz yıl sonra Haçlı Savaşları motivasyonuyla yaşadığımız coğrafyaya istilayı, talanı, yağmayı, kıyımı, ayrışmayı, çatışmayı siz getirdiniz. Suriye-Irak haritasını birleştirip iki ülkeyi birkaç parçaya ayırıp yeni devletçikler kurma planını siz yaptınız. 

Türkiye'yi kuşatan, terör üzerinden vuran sizsiniz!

Akdeniz'den İran sınırına kadar, Irak'ın ve Suriye'nin kuzeyinde bir kuşak oluşturup, Türkiye ile Müslüman dünya arasına kalın duvarlar örme planını siz yaptınız. Bu bölgeyi terör örgütleri üzerinden denetleyip, hem Türkiye'yi kuşatma, hem de petrol-doğalgaz koridoru, boru hattı koridoru, askeri garnizon kuşağı yapma hesabını siz yaptınız.

Kırk yıldır terörle bunaltıp içeride nefes alamaz hale getirdiğiniz Türkiye'yi, DAEŞ ve PKK/PYD üzerinden terbiye etmeye, Anadolu'ya hapsetmeye, orada boğmaya siz çalıştınız. Türkiye'nin iç politikasını istediğiniz anda dizayn etme gücünüzü kaybedince çareyi terör örgütlerinde buldunuz ve onlarla ortaklık kurup Türkiye'yi vurmaya başladınız. Sınırlarınıza terör karargahları kurdunuz, onları silahlandırdınız, eğittiniz, onlara Türkiye'yi hedef gösterdiniz. Suriye topraklarını, Irak topraklarını DAEŞ ve PKK üzerinden işgal edip, gelecek planlarınız için ortam hazırladınız. 

15 Temmuz saldırısını siz planladınız, siz uyguladınız

Bütün Avrupa ülkelerinden topladığınız, sizin istihbarat teşkilatlarınız tarafından organize edilen, sizin havaalanlarınızdan geçirilip Suriye-Irak'a gönderilen DAEŞ üyelerine “Türkiye'nin destek verdiği gibi akılamaz yalanı" bütün dünyaya servis ettiniz. İçerideki ortaklarınız üzerinden milletin kafasını karıştırmaya, Türkiye'yi “teröre destek veren ülke" ilan ettirmeye çalıştınız. 

Afganistan-Irak işgali döneminde esir trafiğini, işkence trafiğini yöneten istihbarat teşkilatlarınız, Suriye meselesinde DAEŞ trafiğini yönetiyor, PKK/PYD'yi güçlendiriyordu. İstihbarat örgütleriniz Türkiye içindeki terör saldırılarını organize ederken siz de devletleri bir yana bırakıp terör örgütlerini stratejik ortak ilan ettiniz. 

Bunlar yetmemiş gibi, güneyden vurmaya hazırlandığınız bu ülkeyi içeriden çökertmek için 15 Temmuz gibi, Türkiye tarihinin en ağır, en alçakça saldırısını organize ettiniz, uyguladınız. Gülen ve teröristleri üzerinden, Türkiye içinde yetiştirdiğiniz o istihbarat ağı üzerinden darbe ve iç savaş senaryosunu devreye soktunuz. 

Türkiye'yi bitirecektiniz, hak ettiğinizi buldunuz

15 Temmuz akşamı, kendinizden o kadar emindiniz ki, darbe girişimi başarısız olunca ne diyeceğinizi şaşırdınız. Bu ihtimali hiç beklemediğiniz için cevabınızı da hazırlamamıştınız. Suçüstü yakalandınız, bu yüzden uzun süre sessiz kaldınız. Türkiye'yi yüz yıl sonra yeniden dizayn etme, küçültme planınız o akşam fiyaskoyla sonuçlandı. Anadolu insanı, bu ülkenin insanı sizin bütün senaryolarınıza nasıl direneceğini, neleri göze alacağını dünyaya gösterdi. 

Sonra ne yaptınız? Kullandığınız o terör örgütü mensuplarını, o istihbarat ağının üyelerini korumaya aldınız. Almanya üzerinden, Avrupa üzerinden, bu ülkedeki lojistik kaynaklarınız üzerinden ABD'de topladınız. 15 Temmuz saldırısı ABD'den yönetilmişti, bu ülkenin Cumhurbaşkanı'nı öldürmeye, iç savaş çıkarmaya ayarlıydı. Şimdi bütün aparatlar yeniden ABD'de toplandı, karargah hala orada faaliyette.

Fırat Kalkanı'nı bitirme, Musul'dan uzak tutma

Bu başarısızlıktan sonra bütün gücünüzü Güney'e verdiniz. Suriye ve Irak üzerinden vurma dışında seçeneğiniz kalmamıştı. Türkiye-ABD ortaklığının, stratejik ortaklığın tam bir fiyasko olduğunu gösterdiniz. Türkiye yerine PKK/PYD'yi ortak ilan ettiniz. Ankara'nın sınırlarını güvenceye almasını engellemeye kalkıştınız. O terör koridorunu boşa çıkaran Fırat Kalkanı'nı engellemeye, hiç değilse yavaşlatmaya ve sulandırmaya çalıştınız. 

DAEŞ'i Musul'dan çıkarma operasyonundan Türkiye'yi dışladınız, uzak tutmaya çalıştınız. Bağdat üzerinden, İranlı milisler üzerinden, yerel örgütler üzerinden, Kürt milliyetçiliği üzerinden Türkiye karşıtı kampanyalar yaptınız. ABD-Avrupa basını ile bu kampanyayı desteklediniz. 

Ne olacaktı? Türkiye sessiz mi kalacaktı? Evet, bunu beklediniz. Türlü müttefik oyunlarıyla Ankara'nın kafasını karıştırmaya, zihnini bulandırmaya çalıştınız. Bizi açıkça, “Suriye ve Irak'tan uzak dur"diye tehdit ettiniz, ediyorsunuz.

Şimdi kalkmış Misak-ı Milli tartışmaları başlatıyorsunuz. Bölge ülkelerini Türkiye'ye karşı kışkırtıyor, bölgedeki örgütleri Türkiye'nin üzerine salıyor, ABD-Avrupa medyasında Misak-i Milli paranoyasıişliyorsunuz?

Yeni Osmanlıcık tutmadı, Misak-ı Milli'yi tartışalım

“Türkiye'nin ekseni kaydı" tartışmaları tutmadı. “Yeni Osmanlıcılık" tartışmaları tutmadı. “Yeni ittihatçılık" tartışmaları tutmadı. Bütün bu tartışmaları siz başlattınız. Önce Batı basınına servis ettiniz sonra Türkiye medyasındaki kalemleriniz üzerinden işlediniz. Bunlar başarısız olunca Misak-ı Milli tartışmasını çıkararak bölgede Türkiye karşıtlığının temelini atmaya giriştiniz. 

Neymiş, Erdoğan “agresif milliyetçilik" yapıyormuş! Türkiye agresif milliyetçiliğe yöneliyormuş! Ne yapmalıydık, işgal planlarınıza boyun mu eğmeliydik. Bu topraklarda bin yıldır boyun eğme diye bir gelenek yoktur, bunu sakın unutmayın!

Şimdi sorayım. Yüz yıl öncesi dosyaları raflardan indiren siz değilmisiniz? ABD ve İngiltere'nin elinde; bir Yemen dosyası, bir Irak dosyası, bir Suriye dosyası, bir Afganistan dosyası, bir Ürdün dosyası, bir Suudi Arabistan dosyası bir Türkiye dosyası, bir İran dosyası yok mu? Bugünkü bütün operasyonlar bu dosyalara göre yapılmıyor mu?

Yok ya! Yok öyle yağma!

Siz bunları yapacaksınız, biz susacağız öyle mi? Siz o bölgeleri terör örgütleri üzerinden işgal edeceksiniz biz konuşmayacağız, öyle mi?Siz bütün ülkelerin haritalarını yeniden çizeceksiniz biz yüz yıl öncesine hiç bakmayacağız, öyle mi? Siz Türkiye'yi bile parçalamayı kafanıza koyacaksınız biz yerimizde duracağız, öyle mi?

Biz sadece tek bir dosyayı raftan indirdik daha. Fırat Kalkanı devam edecek. O kuşatma birkaç yerden daha yarılacak. Sizin saldırılarınıza işgal planlarınıza karşı biz savunma hatları oluşturuyoruz sadece. İşgal eden sizsiniz. ABD'nin, İngiltere'nin, AB ülkelerinin Irak ve Suriye'de işgal hakları var, bizim savunma planımız bile olmasın, öyle mi?

Siz Musul/Kerkük derseniz biz de Misak-ı Milli deriz

ABD ve İngiltere Musul'a hakim olsun, biz tarihi tezlerimizi hatırlamayalım bile, öyle mi? Musul ve Kerkük, terör örgütleri üzerinden işgal edilsin biz susalım, öyle mi? Türkiye'nin müdahalesi bir koruma tedbiridir. 

Ne terör örgütlerinin ne de işgalci güçlerin buraları ele geçirmesine seyirci kalacağız. Gücümüz ne kadarına yeterse o kadar mücadele edeceğiz. Fırat Kalkanı ile koridor oyununu bozduğumuz gibi, Misak-ı Milli ile Musul-Kerkük için direneceğiz.

Siz harita çizerseniz işte biz de bu haritayı masaya koyarız. Çatlasanız da, çıldırsanız da bunu yaparız. Hepsi bu!

Senaryo




Klavyenin başına geçtiğimde ekranlarda "MHP'nin avukatı saat 17:15'te açıklama yapacak" yazıyordu...
Ne olacağını göreceğiz.
Kestirmek zor da değil...
Sadece yapmanız gereken dünyada esen rüzgarları takip etmek ve anlamak...
Burası Türkiye... Hiçbir şey kendiliğinden olmaz...
Terör de, patlayan bomba yüklü kamyonlar da, gelen şehit haberleri de, şehirlere inmeye çalışan eşkıya da AYNI DENKLEMİN sonucudur! Hatta Brezilya'da indirilen Devlet Başkanı Dilma Rousseff de aynı senaryonun sonucudur! Çok uzak gibi görünse de, hiç ilgisi yok gibi dursa da aynı problemin sonuçlarıdır! DEĞİŞMEZ!
Yeter ki bakmasını bilin!
Bütün bunları hesap eden AKIL ve GÜÇ bölgede Türkiye ile ilgili bir senaryoyu hayata geçirmek istemektedir. Bu gücün merkezi şimdi AMERİKA oldu. Para da orada, güç de... Aksini söyleyene DELİ muamelesi yapın ve uzaklaşın!
Elbette Avrupa'nın içeride hiç hafife alınmayacak gücü var. Tamam!
Ama dünya üzerindeki oyunu bunlar kuruyor! Zaten çelik çekirdek AVRUPALI AMERİKALILAR!
Kafanız mı karıştı? Açalım...
Brezilya önce LULA ile sonra da Rousseff ile ayağa kalktı. ORTA SINIF para yüzü gördü. Zenginlik yayıldı. Ama yılların ihmali vardı ortada. Bir anda sihirli bir değnekle hepsi düzeltilemezdi. Güç merkeze yani Brezilya devletine geçince KÜRESEL GÜCÜN SAHİPLERİ rahatsız oldu. İçerideki şirketlerle olayları kaşımaya başladı. Sonuçta Rousseff gitti. Ülkenin itici gücü olan petrol devi PETROBRAS'daki yolsuzluk dosyaları şimdi tek tek gündeme gelecek. Olmasa da OLMUŞ GÖSTERİLECEK! Çünkü Rousseff'in gitmesi gerekiyordu! Peki yerine kim geldi?
Michel TEBER! Daha odasına adım atmadan paranın başına Paulo Leme'yi getirecek. Teklif verdi bile.
Leme kimdi?
Goldman Sachs Brezilya Operasyon Birimi Başkanı... Aynı zamanda Goldman Sachs'ın Latin Amerika şefi ve Gelişen Pazarlar Araştırma Şefi... Goldman Sachs'tan önce IMF'de uzman ekonomist olarak görev yapıyordu.
Dilma Rousseff bizde GEZİ'de denenen sokak eylemleriyle gitti. Vem Pra Rua (Sokaklara gel) eylemleriyle Dilma Rousseff'in gönderilme süreci başlatıldı. Bizde de bunun hazırlıkları tüm hızıyla sürüyor! İşaretler o kadar fazla ki!
Dilma'nın ipini çeken eylemleri başlatan Brezilya'nın en zengin isimlerinden Jorge Paulo Lemann'dı.
Burger King ve Heinz Ketçap'ın sahibi Jorge Paulo Lemann, ünlü Charles ve David Koch Kardeşler'le bir araya geldi.
Maddi destek için bir kasa oluşturuldu. ABD'li ve İngiliz zengin aileler kasaya milyon dolarlar verdi.
Ve paraya hükmedenlerin verdikleri parayı kimse görmedi!
Jorge Paulo Lemann'ın ekibi de bu parayı Brezilya Hareketi, Atlas Ekonomik Araştırmalar Vakfı ve Atlas Liderlik Akademisi gibi 21 kuruluşa gönderdi. Bu kuruluşlar da üniversitelerde etkinlik düzenleyen öğrenci başına 200'er dolar verdi.
Ayaklanma ülkenin her kentine yayıldı. Rousseff'in düşüşü o andan itibaren hızlandı.
Dilma düşerken yerine halkın YÜZDE 2 bile desteği olmayan yardımcısı geliyordu. Halkın desteği yoktu ama PARANIN TÜM GÜCÜ yanındaydı. Teber geldi. İstenileni yapmak kaydıyla... TEBER'i pek bilmeyiz ama ROTHSCHILD ailesiyle arasından su sızmaz. Haliyle bu aileyle arası iyi olduğu için de Amerikan Başkanlığı için sokaklara düşen Hillary Clinton'la da çok ama çok iyidir...
Hillary bu coğrafyaya uzak değildi!
Honduras Devlet Başkanı Manuel Zelaya, yeni bir anayasa yazılması için 28 Haziran 2009'da halk oylamasına karar verdi.
28 Haziran'da Honduras Silahlı Kuvvetleri Zelaya ve kabinesindeki vekillerden bazılarını zorla askeri üsse götürdü.
Ardından ülke dışına sürgüne yolladı. Kongre Başkanı Roberto Micheletti yemin ederek fiili devlet başkanı oldu. Roberto Micheletti, Hillary Clinton'ın aile dostuydu!
Bu olay, Hillary Clinton'ın Honduras'taki işadamlarıyla organize ettiği bir darbe olarak tarihe geçti.
Yeni Anayasa ile birlikte Honduras'ta İngiliz ailelerin elinde olan devlet kuruluşlarının tekrar millileştirilmesi de oylanacaktı.
Darbeden sonra Honduras'taki medyanın yayını durduruldu.
Sadece The Economist ve BBC haber yaptı. Her ikisi de darbeyi göklere çıkardı. Para yine HALKIN ELİNE geçemedi!
Hillary'nin rakibi gibi duran Trump her geçen gün dönmeye devam ediyor. Önceki gün de "Beni hep yanlış kişi olarak tanıtmak istiyorlar. Ben şirketlere ve sahiplerine karşı değilim. Benim de şirketim var. Hem de çok büyük. Dev şirketler, istihdamın merkezidir" dedi... Farklı gibi dursa da aynı yere eğildi...
Nasıl Temer, nasıl Hillary Rothschildler'in yakınıysa Meral Hanım da Hillary'e yakındı!
Meral Hanım'ı sadece bir muhalif gibi görmek yanlış. Mahkeme sonuçları ne olur bilemem. Ama dünya üzerinde ve bölgede sınırların DIŞINA TAŞACAK bir TÜRK rüzgarı isteniyor. Özellikle KAFKASYA'yı ve ORTA ASYA'yı karıştırmak için. Belki bunu Hillary de Meral Hanım da bilmiyor! Bilemem.
Ama büyük planda TÜRKÇÜLÜK isteniyor. Rusya ve Putin'i çok zora düşürecek hamleler peş peşe gelecek gibi... Yeni Türkçülük'te KÜRTLER DE İNKAR EDİLMEYECEK!
İşte bu hareketin bir merkezinin olması gerekiyor. Bu Kazakistan olamayacağı için TÜRKİYE olacak.
Biz olmadan hiçbir plan yaşamaz ve menzile ulaşmaz... Bunu bilirler!
Yazıya "MHP'nin avukatı saat 17:15'te açıklama yapacak" diye başladım. Bırakın avukatı, baroyu MHP'yi bile silip süpürecek bir rüzgar bu. MHP ve özellikle Devlet Bey bence oyunu hiç anlamamış. Bu da yeni değil. Bizde böyledir.
Mahkemeler durdursa da MUHALİFLER durmayacak...
Terörü, PKK'sı, Salih Müslim'i, YPG'si, bombalı araçları, tuzakları ve canımızı yakan şehit haberleri aynı DENKLEMİN bir sonucu! Ayrı ve farklı değil...
Eğer Türkiye bölgede, özellikle Suriye gibi bir yerde operasyon yaparsa RUSYA buna nasıl direnemez?
İÇERİDEN ve etrafından KAŞINIRSA!
Yani TÜRKÇÜLÜKLE !
Yani YENİ MHP ile!
Durum şimdilik bu!
Bakalım görelim.....


Ergün Diler

Satın alınamayan irade


Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dün yaptığı açıklamalar çok önemliydi.
"İradesini başka ülkelere verenler 79 milyonluk Türkiye gemisini batırmak için ellerinden geleni yaptılar." diyordu. Evet bu memleketin iradesi başka ülkelerin elindeydi. 100 yıldır süregelen buydu. Alışkanlık yapmış, sıradanlaşmıştı artık.
İradeyi verirsen asla idare edemezdin. Artık bu memleketi yönetmek isteyenler Washington'da siyasetten ve CIA yöneticilerinden izin alır hale gelmişti.
New York'ta baronlarla masaya oturmak, IMF kapısında şirin görünmek zorundaydı. Avuç açıyorduk okyanus ötelerinde "Allah rızası için bize üç kuruş ver" diyerek. Berlin'de, Londra'da kapalı kapılar ardında "Emrinizdeyim" diyen çoktu bu memlekette. Tel Aviv'e neredeyse ülkenin anahtarını teslim eder hale gelmiştik. Bu memlekette yükselmek isteyen soluğu ya Londra'da alıyor, ya da New York'ta kapı kapı geziyordu. İş öyle bir hale gelmişti ki; İradesini başka ülkelere teslim edenler "Arkamda Amerika var, İngiltere var" diye gururla dolaşıyordu Ankara sokaklarında. Öyle bir hale geldiler ki, bunu açıkça beyan ve teşhir etmekten kaçınmıyorlardı artık. Bir GÜÇ gösterisi olarak sahaya sürüyorlardı irade satışlarını.
ABD istihbarat örgütlerinin en tepesi NSA ajanı Wayne Madsen boşuna söylemiyordu ahaber'de Yazboz'a verdiği röportajda...
"Sizde Amerika'ya çalışacak gönüllü o kadar çok ki" diye... Para alanlar vardı iradesini satanlar içinde. Ama bedavaya gönüllü çalışanlar daha çoktu. Nasıl 100 yılı aşkın süre öncesinde bu ülkeyi yönetenler mason localarında "Almancı mı olacağız İngilizci mi" diye birbirine girdiyse durum 100 yıl boyunca da aynıydı. Almancılar İngilizcilere, İngilizciler Almancılara suikastler düzenliyordu bu topraklarda. GÜCÜN olduğu yere koşanlar, iradelerini satarak bu ülkede kukla GÜÇ olmanın peşindeydi. İktidara geldiklerinde New York Times'da bir makale yayınlansa Türkiye karışıyordu. The Economist iki satır Türkiye'yi eleştirse boğazda ağıtlar yükseliyor, ulaştığı Ankara çalkalanıyordu.
"Battık, bittik, mahvolduk" diye koca koca adamlar kürsülerden bağırıyordu.
Dışarıdan gazete kağıdındaki makaleyle yönetilir hale gelmiştik. Durum aynen böyleydi bu topraklarda. Şimdi hergün o sayfalarda çarşaf çarşaf yazılıyor. Erdoğan'a, Türkiye'ye saldırıyorlar, Ankara tınmıyor.
Cumhurbaşkanı kürsüye çıkıyor "Bana bak Avrupa" diye söze başlıyor. Geçmişte de "Bana bak" derlerdi ancak bu başka bir anlamdaydı. Geçim derdi olanların kullandığı "Bana bak, yardım et, kolla" anlamındaydı o girizgahlar. İşte bu alışkanlık ve korkaklıkların artıkları maalesef hala var bu memlekette. Onun için Cumhurbaşkanı Erdoğan "Eski Türkiye'nin elitleri her türlü ihanete girdiler. Biz tehditlere asla boyun eğmeden yolumuza devam ediyoruz" diyordu. 2002 yılında IMF kapılarında dilendiğimiz günleri hatırlatıyor, son Davos'ta IMF başkanına söylediklerini şöyle gündeme getiriyordu;
"Siz bize siyasette yön veremezsiniz. Siz daha ileri gidemezsiniz." Geçmişte bunu biri söylediği zaman kendini kapı önünde buluyordu. Onun için söyleyen hiç çıkmıyordu. Hatta boğazdan yalılardan durumumuz iyiyken bile "IMF'den borç alalım, kriz geliyor" diye tellal olanlar vardı.
"Kriz bizi teğet geçecek" dendiğinde İngiliz aksanıyla kahkaha atanlar çoktu. Evet, bu topraklarda 100 yıldır örtülü bir irade egemenliği kuranlar Ankara'yı kaybettiler, şimdi geri almaya çalışıyorlar. Geçmişteki alışkanlıklarından olsa gerek yine yalılardan bağırıyorlar. Klasik numaraları partileri el geçirme operasyonları yapıyorlar. Şu anda CHP'den memnunlar, MHP'yi ele geçirmeye çalışıyorlar. TÜSİAD'ı dürtüyorlar, teröriste silah yağdırıyorlar. Hakkari'deki dünkü saldırı "Avrupa'ya destek" saldırısıdır. İradesini başka ülkelerin eline verenler 79 milyonluk Türkiye gemisini batırmak için bu memlekette köprüler, yollar, havaalanları yapılmasın diye insanları sokağa döktü. "Alışveriş yapmayalım da, ekonomi batsın" diye tweet'ler attı. Batı beslemesi teröre arka çıktı üniversitelerden, siyasi cüppe giyenlerden, aydın görünümlü karanlık kalemlerden. Ama hep kaybettiler. Ve kaybetmeye de devam edecekler. Başkanlık Sistemi gelecek diye onun için kahroluyorlar. Çünkü, Başkanlık Sistemi, halkın iradesi olacak. 
Satın alınamayan o büyük güç, büyük irade!

Bekir Hazar

Dünyanın Terörle İmtihanı Çadırın Altında Kaldı



Terör küresel bir sorun. Sadece kendi ülkenizde aldığınız tedbirlerle çözüme kavuşturamadığınız, belli dönemlerde attığınız adımların diğer dönemlerde sizi garanti altına almadığı, her zaman teröristten bir tık yukarıda düşünmenizi ve ona göre bir strateji kurmanızı gerektiren bir sorun. Bu sorunla yüzleşirken bazı ülkeler diğer ülkeleri de seferber edip terörle toplu mücadele edebilme lüksüne sahipken, Türkiye gibi bazı ülkeler de maalesef terörle kendi imkânlarıyla ve hatta başka ülkelere rağmen mücadele etmek zorundadırlar.

Örneğin ABD, ‘terörle savaş’ adı altında başlattığı felaket kampanyasında Afganistan ve Irak’ı işgal edip, o coğrafyaları tarumar ederken yanına rahatlıkla birçok devleti alabilme lüksüne sahipti. İngiltere gibi bazı ülkeler neredeyse ABD’nin savaşında savaşmak için kraldan çok kralcı oldular. Bir ülkenin ABD’yle ‘terör’ konusunda bilgi paylaşmaması düşünülemezdi bile. Daha ileri gidelim, normal şartlarda ABD cephesinin karşısında yer alan Suriye gibi ülkeler bile ABD’nin bu felaket kampanyasında ABD’ye destek vermek için sıraya girdi. Beşşar’ın eniştesi Asıf Şevket, CIA’ya doğru bilgi akışını yönetti. O sıralarda Brüksel’de örneğin 11 Eylül faillerinden Muhammed Atta’yı kutsayan ve El-Kaide sembollerini barındıran bir çadır kurulsaydı, Belçikalı yetkililer çadırı içindekilerle birlikte konteynerle Guantanamo’ya gönderirlerdi.
PKK ile hatta DAİŞ ile mücadele konusunda Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tam da bunun aksi yönde böyle bir tablo. Maalesef terör bir terbiye etme ve hizaya çekme aracı olarak başka ülkelere karşı olduğu gibi Türkiye’ye karşı da kullanılıyor. PKK, Batı’da iki ihtiyaca sesleniyor. Birincisi, Batı’nın Sykes-Picot’ya dair suçlu bilinçaltını aklamak için bir asır öncesi zihniyete sahip bir terör örgütüne Türkiye’de ve Suriye’de alan açma ve meşruiyet kazandırma peşindeler. İkinci olarak ise kutsalsız bir kiralık katil olan PKK’yı Türkiye’ye karşı yürüttükleri mühendisliğin taşeronu olarak kullanıyorlar. Tam da bu sebepten PKK Belçika’nın ortasında çadır açıp propaganda yapabiliyor. Londra’da yürüyüş yapıp ‘katil devlet’ sloganı atabiliyor. ABD kelime oyunlarıyla PKK’ya Suriye’de askeri destek verebiliyor. Ucunu açık bırakmışlar terör kavramının ve ihtiyaca binaen tanıma maddeler ekleyebiliyorlar. DAİŞ’le savaşmasını PKK’ya destek için bahane kılıp PKK’yı terör parantezinden çıkarabiliyorlar. Buna bir de paralel örgüt gibi PKK içerisine devletin sızdırdığı muhbirleri deşifre eden ve halihazırda PKK’ya operasyonel destek vermesi muhtemel yapıları da eklersek Türkiye’nin terörle bir paket halinde mücadele etmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
Bunlar terörle mücadele ederken başka bir mücadeleyi de sürdürmemiz gereken verili bilgiler. Türkiye’nin terörle mücadelesini bu verilere rağmen yürütmesi gerektiğini bilmeli ve stratejilerimizi ona göre belirlemeliyiz. Bir taraftan derli toplu bir söylemle tezlerimizi en azından kamuoyları için anlatmaya devam ederken diğer taraftan da bu ülkelere rağmen terörü yenecek akılcı adımları kendimiz atmalıyız. Teknoloji bu mücadelede öncelikli yatırımlardan birisi olmalı. Buna ek olarak insan sermayesi en uzun dönemli ve etkin çözümümüz. Terörle mücadele için ne kadar akılcı strateji geliştirirsek geliştirelim uygulayıcısı insan ve o havuzda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Terörü bölgesel bağlantıları üzerinden değerlendirebilecek, tipik bürokratik tepkilerin üstüne çıkan bir uyanıklıkla strateji yürütebilecek, vatansever bir terörle mücadele ekibi kurmazsak terörle mücadelemizin başarıyla yürütülmesi oldukça zor.

http://akademikperspektif.com/2016/05/11/dunyanin-terorle-imtihani-cadirin-altinda-kaldi/

Müslümanların Birliği Ütopya mı?


Dünya gündemini meşgul eden mevzuların en başında terör ve mülteciler meselesi geliyor. Ve bu iki konu direkt olarak İslam ülkelerini ilgilendiriyor. Dünya nüfusunun %23’ünü, 1.6 milyar ile Müslümanlar oluşturuyor. İslam’ın yayılış hızı bu şekilde devam ederse, 2070’de Müslüman nüfusun, şu anda 2.2 milyar olan Hıristiyan nüfusu dahi geride bırakacağı öngörülüyor. Böylesine geniş potansiyele sahip bir dünyadan söz ediyoruz. Fakat ne yazık ki, Müslümanların adının dünya genelinde yan yana geldiği konu terör. Bir avuç radikal ve şiddet yanlısı grup, 1.6 milyar Müslümanın dünyadaki algısını belirliyor. Terör ve İslamofobi dışında İslam ya da Müslüman kelimesinin bu derece sıhrıyet kurduğu başka bir kavram yok.

İslam ülkelerinin çoğu, geri kalmışlıklar, antidemokratik uygulamalar ve baskıcı rejimlerle kuşatılmış durumda. Önemli bir kısmı kadim medeniyet havzaları ve zengin yeraltı kaynakları üzerinde bulunmasına rağmen, bunları temsil etme ve yönetme kabiliyetinden yoksun. Çoğu, fikren ve fiilen Batı’ya teslim olmuş durumda.
Yöneticilerinin bir bölümü, halkla mesafeli elitler olarak saltanatlarını sürdürüyor. Çoğu küresel güçlere bağımlı liderler. Ülkelerini adeta sömürgeci bir mantıkla yönetmeye devam ediyorlar.
Böyle bir ortamda, Müslümanlar arasındaki dayanışma ve işbirliği de minimum düzeyde. Intra-faith, yani inanç içi dayanışma konusundaki çaba yeterli değil. Dinlerarası diyalog çalışmalarının yaygın olduğu bir dünyada aynı dinin mensupları arasında sağlam bir diyalogun, işbirliğinin olmaması, bu yönüyle bir akıde problemine de işaret ediyor. Zira “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin (Hucurat/10)” şeklinde bir buyruğun muhatabı Müslümanlar. 1.6 milyar insan, “Mü’minin mü’mine karşı durumu yekpare bir binayı meydana getiren, perçinlenmiş kayaların birbirlerine karşı durumu gibidir” diyen ve dayanışmayı öğütleyen bir Peygamber’in takipçisiyken, sorunlara çözüm üreten, etkin bir mekanizma yok.
İslam dünyasını ilgilendiren sorunlar karşısında bir araya gelebilen en büyük kuruluş, 1969 yılında ihdas edilmiş olan İslam İşbirliği Teşkilatı. Dünyada Birleşmiş Milletler’den sonra en fazla üyeye sahip olan topluluk. Teşkilatın resmi amacı ‘İslam dünyasının hak ve çıkarlarını korumak, üye devletler arasında işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmek’. 57 üyesi olan kuruluş, Arap, Asya ve Afrika coğrafyalarında dönüşümlü olarak üç yılda bir devlet ve hükümet başkanları düzeyinde toplanıyor.
Bu yıl da 14-15 Nisan tarihlerinde İstanbul’da toplanacak. Böylece İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanlığı iki yıl boyunca Türkiye’ye geçecek. Türkiye’nin dünya Müslümanlarının sorunları karşısındaki proaktif tutumunun, teşkilatın önümüzdeki iki yıllık faaliyetlerini de etkilemesi bekleniyor. İslamofobi başta olmak üzere pek çok konuda yeni yaklaşımlar, yeni çözüm önerileri gerekiyor. Türkiye mevcut yapıyı iyi çalıştırır, etkili bir vizyon ortaya koyarsa bu büyük bir imkan. Ki, zaten Türkiye’den de bu bekleniyor.
Müslümanlar her namazlarında İslam ümmetinin birlik ve beraberliği için dua ediyorlar. Camiler bu niyazlarla inliyor. Fakat bu kavli duanın fiili duayla desteklenmesi asıl önemli olan. Müslümanların birliği ancak İslam ülkelerinin güçlü bir irade koymasıyla mümkün olur. Aksi halde bir ütopya… Elbette bu birkaç nesli kapsayan uzun vadeli bir hedef. Fakat ilk adımın atılması ve özellikle gençliğin bu hedefe kilitlenmesi önemli. Türkiye’nin dönem başkanlığı, tüm bu grupları harekete geçirmek bakımından bir şans.

H. HÜMEYRA ŞAHİNhttp://akademikperspektif.com/2016/04/13/muslumanlarin-birligi-utopya-mi/