1 Kasım vatan savunmasıdır


1 Kasım Sadece genel seçim değil.


Siyasi partiler arasında yapacağımız bir tercih değil.

Kimin kaç vekil çıkaracağı, hükümetin nasıl kurulacağı, nasıl birkabine şekilleneceği, hangi partinin seçim vaatlerinin etkili olacağı meselesi değil.

Elbette bunlar demokrasimizin gereği ve olacak. Milletimiz yapacağı tercihle yeni iktidar yapısını şekillendirecek. Ama bir 1 Kasımolağan bir seçim olmayacak. Vereceğimiz oy hiçbir şekilde sadece yukarıdakilerle sınırlı kalmayacak.

Çünkü Türkiye olağan bir dönem yaşamıyor. Çünkü olağanüstü bir sarsıntı bütün coğrafyayı, yakın çevremizi sarsıyor, dağıtıyor, lime lime edip ayrıştırıyor. Ve bu çözülme, bu felaket rüzgarıdalga dalga sınırlarımızı zorluyor, şehirlerimizi yokluyor.

Türkiye'nin siyasi tarihinde de 1 Kasım olağan bir seçim olarak yer almayacak. Çünkü yapacağımız tercih Türkiye ile sınırlı kalmayacak. Bütün coğrafyayı etkileyecek, belki de büyük oranda biçimlendirecek.

Yeni siyasi kimlik, vatan savunması

Vereceğimiz karar bir siyasi partiyi tercih etmenin çok ötesinde birtarihi yönlendirme kararı olacak, ülkemizin bundan sonra ne yöne gideceğine, nasıl bir Türkiye şekilleneceğine dair olacak.

Artık bu aşamadan sonra siyasi kimliklerin çok da anlamı kalmadı. Belki bu seçimlerden sonra bambaşka siyasi kimlikler, siyasal hareketler şekillenecek, klasik siyasi kimlik ve duruşlar biçim değiştirecek.

Çok daha esaslı bir kimlik mücadelesine başlayacağız.

Vatan 
esaslı bir kimlik mücadelesi olacak bu.

Acımasız bir direniş, acımasız bir vatan savunması yaşanacak.

Varolmaya
, geleceğe yürümeye, büyümeye, yerli olmaya ve güçlenmeye dönük bir meydan okuma olacak. 1 Kasım belki Cumhuriyet tarihinin en büyük vatan savunmasına odaklı çıkışının miladı olacak.

Türkiye açık saldırı altında

Son üç yılda iyice yıkıcı hale gelen bir darbe süreci yaşıyoruz.

Siyasi iktidarı devirip yeni ve güçlü Türkiye'nin öncülerini tasfiye etmeye hatta yok etmeye dönük çokuluslu müdahaleler yaşıyoruz. Toplumun önünde kim varsa hedef alındığı, inanılmaz kurgu ve kumpaslarla yok edilmeye çalışıldığı bir dönem yaşıyoruz.

Ortak alanları daraltma, bu yönde çabalayanlarıitibarsızlaştırma, toplumsal güven ve dayanışma bağlarını yok etmeye dönük uğursuz girişimlere tanık oluyoruz.

Ukrayna örneği, Mısır örneği üzerine oturtulan açık bir savaş yaşıyoruz. Bu yönüyle Türkiye açık bir tehdit altında.

Gezi isyanı ile Ukrayna'ya, 17 Aralık darbe girişimiyle Mısır'abenzetilmek istenen Türkiye, şimdi de terör üzerinden Suriye'yedönüştürülmek isteniyor.

Gezi projesinde çevrede kalanlar birleştirildi, sokak üzerinden darbeye girişildi. Bir dış müdahalebir iç isyan ve ihanetti.

17 Aralık'ta çok iyi işlenmiş, sistemik bir darbe girişimi yapıldı, muhafazakar bildiğimiz bir örgütün aslında devletin ve toplumun içine yerleştirilmiş bir Truva Atı olduğu ortaya çıktı. Tam anlamıyla bir dış istihbarat operasyonuna tanık olduk.

Daha büyük bir tehdit geliyor

Başbakan asmaya, binlerce insanı hapislere doldurmaya, toplumun önemli bir bölümünü düşmanlaştırmaya dönük bir girişimdi. Darağaçları kurulacak, siyasi tarihimizin en ağır cürmü işlenecek, bir utanç sayfası açılacaktı. Bu yönüyle 17 Aralık bir iç işgal girişimiydi.

Şimdilerde nasıl bir ihanet ağı örüldüğünü, nasıl bir dış istihbarat operasyonuna maruz kaldığımızı, Türkiye'ye diz çöktürmek içinbağrımızda nasıl da “Gurka”lar yetiştirildiğini o kirli dosyalar açıldıkça hayretler içinde izliyoruz.

Ülkemiz bu ağır bunalımları atlattı. Bunların üstesinden geldi. Bütün yıkıcı rüzgarlara, ihanetlere direndi. İnsanlarımızın basireti ve siyasi akıl bunları boşa çıkarmayı bildi.

Ama yeni bir durumla belki çok daha büyük bir tehditle karşı karşıyayız. Suriyeleştirme, Iraklaştırma, Yemenleştirmeprojeleri artık Türkiye için uygulanıyor.

Sınırlarımızın hemen ötesi Türkiye karşıtı cephelere dönüştürülüyor. Sınırlarımızın içinde, ülkemiz topraklarında içcepheler açılıyor. Siyasi tarihimizin gördüğü en acı ihanetleriyle karşı karşıyayız.

Bu ortaklık artık Başkent'i vuruyor

Tarih yapıcı milletler, devlet aklı, toplumsal hafızası bu mesajları doğru ve zamanında algılar. Tarih yapıcılık böyle bir şeydir ve o milletler böyle ayakta kalır. Bu bilindiği için, son saldırılarda özellikle ülkemizin bu tarih yapıcı gücünü kırmak, öncülerini yok etmek istiyorlar. Savaşı bu yüzden onlar üzerinden yürütüyorlar.

Biz ne kadar dik durursak, ne kadar yerli ve milli olmayaözenirsek, ne kadar bu yönde adımlar atarsak aynı ölçüde saldırılara maruz kalıyoruz, kalacağız.

Bu saldırıların içerideki ortakları artık açık açık “iç savaş” söylemleri servis ediyor. Medyası kalemini kaleşnikof gibi kullanıyor, ülkeye kurşun sıkıyor. Eskinin iktidar belirleyici oligarkları terör örgütleriyle ortaklık kurup ülkenin başkentini vuruyor.

Terör örgütlerinin karargahları dağlardan şehirlere taşındı, şirket merkezleri ve medya ofisleri terör karargahlarına dönüştürüldü.
Etnik kimlik, mezhep kimliği ve çevrede kalmış tüm marjinal kimlikler bu büyük saldırıda ön cephelere sürülüyor.

Mesele seçim değil, Türkiye meselesidir

Ülkemiz, Osmanlı'yı dağıtan müdahaleden bu yana en büyük ayrıştırma ve çatıştırma operasyonuyla karşı karşıya.

Cemaatler, şirketler, örgütler üzerinden, sokak üzerinden ve devlet içine sinmiş örgütler üzerinden servis edilen büyük bir tehditle yüz yüzeyiz. Tayyip Erdoğan düşmanlığı üzerinden, AK Parti düşmanlığı üzerinden yürütülen proje, aslında Türkiye'nin büyük yürüyüşüne, meydan okumasına karşı saldırıdır.

Suriyeleştirme projesini boşa çıkarmanın yolu 1 Kasım'dır. Mesele seçim değil, Türkiye meselesidir.
Haçlı Savaşları, Moğol istilası, 1. Dünya Savaşı sonrası yeniden ayağa kalkmayı bilen milletimiz bu büyük oyunu da bozacaktır.

Ana omurga bir kez daha tarih yazacak

İşte bu yüzden 1 Kasım bir vatan savunmasıdır.
Bu ülkeye mecburuz. Bu ülkeye sahip çıkmak, üzerine toz kondurmamak bütün siyasi kimliklerimizin ötesinde bir hesaptır.

Türkiye'nin ana omurgası ülkesine sahip çıkıp bir kez daha tarih yazacaktır.

Tarihin ters tarafında yer alanların örnekleri yine tarih sayfalarındadır. Ülkemizi bir kez daha emanetçilere teslim etmeyip, emaneti ehline verme mücadelesidir.

Bu yüzden verdiğimiz mücadele Son İstiklal Savaşı'dır.

Oslo’nun kriminalize edilmesi


MHP’nin yıllardır ağzına sakız ettiği Oslo suçlamalarına alışığız ve yadırgamıyoruz. Nihayetinde bu parti varlığını bu çizgiye borçlu.
Peki ya Çözüm Süreci’ne baştan beri destek verdiğini söyleyen, hükümeti Çözüm Süreci’ni bitirmekle suçlayan ve şişine şişine “Terör sorununu ben çözerim” diye ortaya çıkan CHP’nin MHP’yle aynı çizgiye düşmesine ne demeli? 
Seçime bir hafta kala, yeni bir keşifmiş gibi Oslo görüşmelerini gündeme getirmesi ve hükümeti bununla sıkıştırmaya kalkışması en kaba saba biçimiyle oportünizm değilse nedir? 
Eğer 7 Kasım’da AK Parti tek başına iktidar olamazsa, CHP koalisyon ortağı olmaya en yakın parti. Ve şu anda söylediği her sözün yarın öbür gün kendisini zor duruma sokup sokmayacağını iyi düşünerek söylemeliydi. 
Bu sorunun öyle üç tane komisyon kurup üç tane de rapor çıkartmakla çözülmeyeceğini başta CHP’liler olmak üzere herkes gayet iyi biliyor. 
Önümüzde 30 küsur yıllık silahlı bir örgütün tasfiye edilmesi gibi devasa bir mesele var. Benzer meseleler dünyanın her yerinde devletlerin bu örgütlerle oturup müzakere etmesiyle çözülmüş. Bizde bu görüşmeler Oslo’ya kadar başlamadıysa, askeri vesayetin çizdiği kırmızı çizgiler yüzünden başlayamadı. Ne zaman ki vesayet geriletildi, ancak o zaman siyasi irade Öcalan’ı askeri bürokrasinin kontrolünden kurtarıp bizzat iletişime geçti ve Çözüm Süreci’nin ilk aşaması olan Oslo görüşmelerini başlatabildi. 
Dolayısıyla, Oslo görüşmeleri AK Parti’nin “yumuşak karnı” değil, tam tersine gururla sahip çıkabileceği radikal bir siyasi adımıdır; bugün MHP dışında kimsenin karşı çıkmaya cesaret edemediği Çözüm Süreci’nin de başlangıcıdır. 
Bu tip görüşmelerde her şey konuşulmuş, her türlü pazarlık masaya gelmiş, bu pazarlıklar tutanak haline de getirilmiş olabilir. Önemli olan sonuçtur. Sonuçta PKK, Oslo’da ve devamında İmralı’da yürütülen pazarlıklardan istediği statüyü koparabilmiş olsaydı, herhalde yeniden silaha dönme ihtiyacı duymazdı. 
Ama şunu hepimizin içimize sindirmesi gerekir: Eğer yarın öbür gün PKK pes eder ve silahlı güçlerini Türkiye dışına çıkarmaya karar verir, Çözüm Süreci de yeniden canlanırsa, Oslo tipi görüşmeler de, İmralı türü görüşmeler de yeniden başlayacaktır ve o görüşmelerde bugün CHP ve MHP tarafından kriminalize edilerek takdim edilen birçok konu yine gündeme gelecektir. Anayasada etnisiteye atıf yapılan maddelerin çıkarılması, vatandaşlık tanımının yeniden düzenlenmesi, anadilde eğitim hakkı, eğitim hizmetlerinde yerele geniş yetkiler tanınması, Büyükşehir Yasası’yla genişletilen yerel yönetim yetkilerinin daha da genişletilmesi gibi demokratik taleplerin karşılanması elbette Meclis’in işi. Ama iş bunlarla bitmiyor. 
Çözüm Süreci'nin sonuçlanabilmesi için, silahlı yapının tasfiye edilmesi; bunun için de dağdakilerin indirilebilmesini sağlayacak hukuki düzenlemelerin yapılması, lider kadroyla ilgili bir yol haritası çizilmesi, Öcalan’ın durumunun yeniden gözden geçirilmesi gibi müzakere gerektiren birçok adım atılması gerekiyor. 
Son çıkışıyla bütün bu konuların görüşülmesini kriminal bir mesele haline getiren CHP, yarın koalisyon ortağı olursa ne yapacak? Bütün bu meselelerin müzakereler yoluyla çözülmesine karşı mı çıkacak? O zaman sorunu çözme vaadini nasıl tutacak? 
Kılıçdaroğlu bu soruların karşılığını cumartesi günü Fox TV’de verdi aslında. 
Asıl hedefinin MHP’yle koalisyon yapmak olduğunu söyledi. Böylece biz de CHP’nin ne Kürt sorununun ne de terör sorununun çözümü diye bir derdinin de projesinin de olmadığını anlamış olduk. 
CHP lideri MHP’yle programlarının birçok noktada örtüştüğünü söylerken haklıydı. En temel örtüşme alanının Kürt meselesi olduğunu Oslo çıkışıyla ortaya koydu zaten. Seçime beş kala bu gerçeğin net bir biçimde ortaya çıkması da iyi oldu.

1 kasım eşiği



Rekabet, siyasetin doğasında var. Kazanmak için rekabet etmek, rakibin olumlu ve olumsuz özelliklerini de hesaba katarak bir oyun kurmak gerek. Bu süreçte karşınızdakinin kendi tabanınıza uymayan olumsuz özellikleri üzerinden siyasal iletişimin de bir alt başlığı olan ‘negatif kampanya’ oluşturabilirsiniz. Negatif kampanyayı yaparken kendi duruşunuzu tahkim edecek bir ayna olur karşı tarafın zaafları. Seçmen bu çirkin aynada sizin olumlu özelliklerinizi, topluma vaadlerinizi daha net görür. Toplumdan topluma, çağdan çağa değişir negatif kampanyanın niteliği. Örneğin Viktoryen dönem İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli, liberal rakibini ‘Hiç centilmen değil’ ya da ‘Prensipsiz bir çılgın, kıskançlık, kincilik, riyakarlık ve hurafenin olağanüstü karışımı’ gibi nitelemelerle yenilgiye uğratmak istemişti.


Şimdi toplumdan topluma, çağdan çağa bir geçiş yapalım ve bugüne gelelim. ‘Hiç centilmen değil’ gibi bir niteleme ne kadar da lüks görünüyor Türk siyasetinin içinde bulunduğu iklim için. Tıpkı Kuzey Avrupa ülkelerinde balinaların yaşam hakkı konuşulurken, Türkiye’de sahile vurmuş bir mülteci çocuk bedeninin konuşulması gibi. Avrupa’da siyasetin meseleleri ile Akdeniz çevresinde, Ortadoğu’da siyasetin gündemleri bambaşka. Bu nedenle siyasetin tarzı da başka. Söylemi, uslubu, kampanyaları da farklı. Fakat Türkiye’de mevcut siyaset kampanyaları hiç bu kadar usul kaybı yaşamamıştı. Centilmenlik şöyle dursun, mevcut manzarayı siyaset iletişiminin ‘negatif kampanya’sı olarak bile tanımlamak kabil değil. Son derece derinliksiz, son derece ahlaki sefalete garkolmuşçasına bir saldırı dili hakim. Üstelik de tek bir isme indirgenmiş bir siyasal kavga var. Ne mücadele, ne rekabet, basbayağı kavga… Adına kampanya bile diyesi gelmiyor insanın.
Siyasal partilerin kendi mücadelesini bir kişi üzerinden yürütmesi siyaset bilimi açısından izah edilebilecek bir durum değil. Körü körüne bir düşmanlık, bir nefret hali. Nefretin olduğu yerde ne rasyonalite, ne halis niyetten sözedilebilir.
Ne acı ki siyasette gri alan kalmadı. Türkiye hızla iki cepheli bir yarışa doğru yol alıyor. Türkiye’de bu gerilimi ortadan kaldıracak anahtar yine seçimler. Önümüzdeki dört yıl Türkiye’nin gideceği istikamet 1 Kasım seçimlerine endeksli. Ya Türkiye’yi hiçbir tanıma sığdıramayacağımız, hiçbir değer kriteri olmayan, nesne olmaya talip bir karmaşaya götürecek ya da 12 yıldır verilen bir mücadelenin yerleşmiş, oturmuş ve normalleşmiş şartlarını konuşacağımız bir iklime götürecek bizi seçimler. Bu normalleşme süreci elbette kolay değil, elbette sorunları var. Ama ortada vesayetlerle mücadele, sosyal adaletin tesisi, toplumun tüm kesimlerini denkleme katan, nesne değil özne bir ülke olmak gibi kriterleri olan daha net bir satıh mevcut olabilecek.
Siyaset biliminin sahada iflas ettiği, iletişim tarzının sefihleştiği bir ortamda çok net bir gerçek var. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu ortam siyasal bir mücadeleden öte özne bir ülke olarak varolma mücadelesi. Siyasal kampanyalarında ‘centilmenlik’ söyleminin olabileceği medeni bir iklim için ise, alacak daha çok yolumuz var.
H. HÜMEYRA ŞAHİN
University of London, The School of Oriental and African Studies