Kamyonete yüklenen ve daha sonra da emniyet lojmanlarına doğru sürülerek patlatılan çoluk çocuk kadın can alan bir ton BOMBAYI görmezden gelmek, akademik körlükle değil, ancak ideolojik körlükle açıklanabilir.
Heidegger’in öğrencisi ünlü filozof Hannah Arendt ister entellektüel, ister aydın olsun böyle bir körlüğü, “stupidity” yani “budalalık” veya “aptallık” sıfatıyla değerlendirir. Arendt kendi hocası Heidegger’in Nasyonal Sosyalistlere verdiği desteğin nedeninin de sözünü ettiği bu budalalık olduğunu söyler. Yalnızca Arendt değil, Alman filozof Voegelin de böyle insanlar için benzer bir kavram kullanır. Bu filozofların “budala” kavramıyla dile getirmek istedikleri şey budalalığın kelime anlamı değildir sadece. Budala kavramı burada felsefi bir kavram olarak karşımıza çıkar. İdeolojik körlüğe sahip, budala insan gerçekliği algılamayı reddeder ve ısrarla önündeki gerçekliği çarpıtır. Arendt’in deyişiyle “düşünme yoksunu”dur. Doğru yargıda bulunamaz.
Bununla birlikte geçenlerde devletin Sur, Cizre, Silopi gibi Doğu bölgelerinde katliam yaptığını iddia eden skandal bildiriye imza atan akademisyenlerin durumu yalnızca bu ideolojik körlükle, budalalıkla açıklanabilir mi?
Ben yalnızca bununla açıklanamayacağını düşünüyorum. Eğer bu bildiri PKK yahut KCK bürolarında hazırlanıp imza dolaşımına sokulmamışsa (henüz bununla ilgili bir kanıt ya da açıklama yok ve “bütün imzacıları” örgütle ilişkisi olmakla suçlamak saçma diye düşünüyorum. Bazı hocaları örgütle bir ilişkileri olmadığını bilecek kadar yakından tanıyorum ve tez yazma sürecimde fikirlerinden istifade ettiğim kıymetli hocalardır) aydınların bu hareketinin başka sebeplerin olabileceğini de düşünebiliriz.
Bence imzacı akademisyenlerin teröre resmen arka çıkan böylesine skandal bir bildiriye destek olmalarının en önemli sebeplerinden birisi, AK Parti ve özellikle de cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın (yasanın kendisine tanıdığı hakla rektörleri üniversitelere atamaktadır) üniversiteler üzerindeki hâkimiyetinin, üniversitelerdeki kendi hâkimiyetlerine son vereceği endişesini taşımalarıdır. Mevcut İktidarın ve cumhurbaşkanının, üniversitelerimizde hâkim sol, sekülerist çizgiyi İslami bir çizgiye doğru kaydıracağı, en azından bu istikamette kadrolaşacağı, sözde seküler eğitimimizi (pozitivist ve sekülerist eğitimin kendisinin dinsel olduğunu görmeksizin -bu hususta baya bir yazıp çizmişliğim vardır. Yayınlarıma bakılabilir ) dinsel bir kisveye büründüreceği korkusunu taşımalarıdır.
Kendi dinselliklerinin, dini dünya görüşlerinin -çok sevdikleri adeta taptıkları Aydınlanmacı düşüncelerin kendisi de Hristiyanlığın yerini almaya çalışan vekil din, yedek bir din özelliği taşımaktadır – karşısına çıkan İslami, dini dünya görüşünden kaynaklı yersiz endişeleri onları Örgütün çizgisine taşımış olabilir. En azından ben akademik camianın bu bildiriye imza atmasındaki temel saiklerden birisinin bu olduğunu düşünüyorum. Bildirinin derinlerinde yatan bu temel saik bildiride tek bir kelimeyle adı dahi geçmese de onların İslam karşısındaki ve üniversitelerde kadrolaştıklarını düşündükleri islamcılar veya muhafâzakarlar karşısındaki korkuları ve nefretleridir.
Bildiriye imza atanların bazılarını tanıyorum ve onların endişelerini anlıyorum. Kendi zaviyelerinden baktıklarında hissettikleri otorite kaybı, üniversitelerde istediğin gibi at oynatamama açıkçası böylesine bir çaresizliği doğurdu. Son seçimlerde alınan kırk dokuz buçukluk oy oranı moralleri bozdu ve arzuladıkları iktidarın halkın eliyle hiçbir şekilde gelmeyeceğine dair umutsuzluk bu kesimde tamamen hakim hale geldi. Demokrasiye sabredemeyenler sansasyonel bildirilerle iktidarı dışarıdaki egemen güçleri davet ederek yıpratma, sıkıştırma ve kendilerini de bu sayede gündeme getirme yolunu izlediler.
Eğer kafaları Fransa’daki meşhur Dreyfus davasını sahiplenen Emil Zola gibi bir kahraman olma sevdasıyla dolu değilse ve PKK ile ilişkileri “doğrudan” olmadığına göre sıkıntının mevcut iktidardan duyulan rahatsızlık olduğu çok açıktır. Ancak birileri bu aydın takımına yapılacaksa eğer mücadelenin böyle yapılamayacağını söylemek zorunda. Böyle bir bildiriye imza atmak yerine daha demokratik bir anayasa için talepte bulunan bir bildiriye imza atsalar ve bunun için dört koldan çalışarak iktidarı sıkıştırsalardı demokratik bir anayasaya uygun işleyen özerk ve özgür üniversitelerde, kendi bekalarını da kolayca sağlama almış olurlardı. Onların yapacakları iş, iktidarı demokratik bir anayasaya yalnızca kendilerinin değil, iktidarın da ihtiyacı olduğuna ikna etmeye çalışmak olmalıydı.
Ancak asıl soru şudur: İmzacı akademisyenler kendileri için istedikleri özgürlükleri başta ifade özgürlüğü olmak üzere, muarızı oldukları kesimler için istiyorlar mı? Yoksa sadece kendilerine mi özgürler? Madem dedikleri gibi ifade özgürlüğü devleti ve kamuoyunu şok edici fikirleri kapsıyor mesela devlet üniversitesinde görev yapan ve radikal İslamcı görüşleri olan bir grup akademisyen birden fazla eşle evliliği, çarşaf ve peçenin üniversitelerde serbest olmasını, tarikatların açılmasını ya da İslami bir anayasayı savunan bir bildiriyi imzalayıp kamuoyunda yayınladığında ve arkasından kolluk kuvvetleri tarafından kovuşturulduklarında sözde barış bildirisine imza atan arkadaşlar kendi bildirileri gibi bu bildiriyi de ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirip savunacaklar mı? Yoksa sözü edilen akademisyenleri ivedilikle DAEŞ’çi olarak mı yaftalayacaklardır?
Doç. Dr. BENGÜL GÜNGÖRMEZ
Uludağ Üniversitesi, Sosyoloji
Uludağ Üniversitesi, Sosyoloji
Yorum Gönder